Yaşam ve Yaşamı Uzatma - Yaşlanma Sorunu

Yaşam ve Yaşamı Uzatma - Yaşlanma Sorunu :

Yaşlanma, zamanla ortaya çıkan fiziksel ve zihinsel iş-levlerin gittikçe azalmasıdır ve tüm işlevlerin durması, yani ölümle sonuçlanır. Yaşlarıma mekanizmaları henüz tam olarak bilinmemektedir. Son zamanlara kadar, bilimadamları yaşlarıma olgusu ile pek ilgilenmemişlerdi ve henüz uzun vadeli bir araştırma da bulunmamaktadır. Bununla birlikte, vücutta ayrı ayrı organların işlevleri incelenmiştir ve nasıl yaş-landıklarını açıklayabilecek bir tek yol vardır elimizde: organlar gittikçe artan bir biçimde zamanla ölürler. Hormonlar da incelenmiştir ve araştırmacılar kandaki hormon konsantrasyonlarında ilginç değişmeler bulmuşlardır, özellikle hipofiz ve adrenalin hormonlarının sayılarında. İnsanlar yaş-landıkça, kanlarında tiroid - uyarıcı - hormon (TSH) denilen hipofiz hormonu artar ve dehidroepiandrosteron sülfat denilen bir adrenal hormonu azalır. (Bu adı aklınızda tutmanız gerekmez. Ben biliyorum çünkü bu araştırmanın bazı bölümlerine ben de katılmıştım.) Yaşlılığın tersine çevrilmesi için önemli anlamlar taşıyan bu iki düzeyin tersine çevirilmesi konusunu kitabın ıv. bölümünde göreceğiz.

İnsanlar üzerinde aynı sonuçları verip vermeyeceği bilinmeyen ve hayvanlar üzerinde yapılmış olan bazı yeni araştırmalar yaşlarıma mekanizmalarına biraz daha ışık tutmaktadır. Örneğin, belirli aralıklarla oruç tutmanın yaşamı uzattı-ğı bulunmuştur. Oruç birçok kültürlerin ve dini ibadetlerinönemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Söz gelimi, sabah yemeğimize «breakfast» (Oruç açma) denir çünkü bir zamanlar oruç' tutulurdu. Eğer orucun fizyolojik yararı kanıtlanırsa, bu kanıtla, orucun hipofizden salgılanan büyüme hormonu düzeyini artırdığı üzerine yapılan gözlem arasında bir bağlantı kurulabilir.

Büyüme hormonunun etkilerinden biri de, timüs bezinden T-Ienfositlerinin üretimini uyardığıdır, vücudun hastalıklara karşı bağışıklık' sistemini ayakta tutmada büyük önemi vardır T-Ienfositlerinin. Yaşlarıma ve arterit gibi yaşları-ma hastalıkları vücudun bağışıklık tepkisi zayıfladığında olu-şur. Vücut egzersizlerinin de gelişme hormonunun düzeyini artırdığı artık bilinmektedir. Nesnel bilim de böylece, düzenli egzersiz ve orucun yaşamı uzattığı iddialarını desteklemektedir. İyi uyumanın da yaşamı uzattığı çok eski zamanlardan beri bilinmektedir, günümüzde uykunun da gelişme hormonu düzeyini artırdığı ortaya çıkmıştır. Arginin ve ornitin adı verilen amino asitler de aynı etkiyi gösterirler, bu yüzden ülkenin her tarafında sağlık besinleri satan mağazalar, yaşamı uzatma üzerine yazılan yazıların da desteğiyle, bu asitleri «gençlik hapları» gibi satmaktadırlar.

Egzersizler, oruç ve destekleyicilerle büyüme hormonu düzeyini artırma çabalarının yaşamı gerçekten uzatıp uzatmayacağını kestirebilmek için henüz çok erken, ne var ki, mevcut veriler oldukça umut verici. Yalnız bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim, eğer oruç aşırı boyutlara götürülürse, protein-kalori eksikliği ve bağışıklık sistemi zayıflaması gibi ters tepkiler yaratır. Bu alandaki yetkililerin gösterdiği beslenme önlemleri aşağı yukarı şöyledir: yiyeceklerinizin miktarını üç-dört haftalık bir dönem için derece derece azaltın, işlenmiş yiyeceklerden, yağ, tuz ve şeker oranı yüksek yiyeceklerden kaçının, taze sebze ve meyvelere ağırlık verin. Bu değişikliklere alıştıktan sonra artık, günde bir öğünü keserek ya da öğün yerine süt veya meyva suyu içerek oruç tutabilirsiniz. Eğer bütün gün oruç tutacaksanız haftada bir kez yeterlidir.

«Yaşamı uzatma» tavsiyeleri içine, antioksidanlar diyetinin maddeleri de girmiştir. Yaşlarıma ve arterlerin sertleş-mesi gibi yaşlılık hastalıklarının nedeni olarak vücutta «özgür radikallerin» oluştuğu düşünülınektedir. Özgür radikaller vücut dokusunda anormal kimyasal zincirler yaratan oldukça reaktif maddelerdir. Hücrelerimizle kirli hava, sigara dumanı, kirli su ve bazı yiyeceklerin karşılıklı etkileşimleri yoluyla oluşurlar Bu reaksiyonlar sırasında oksijen yakılıp tüketilir. Antioksidanların alınması tavsiye ediliyor çünkü oksijenin kimyasalolarak bağlanmasını engelleyerek özgür radikallerin oluşmasına izin vermezler.

Bu antioksidanların çoğu doğal besinlerde zaten bulunmaktadır ama «yaşamı uzatma» planı, destekleyicilerle onları artırmanızı istiyor. Sağlıklı besinleri satan mağazalarda bulunan antioksidanlar genellikle A, C, E vitaminlerini, pantotenik asidi ve BHT ile BHA gibi yiyecekleri koruyucu maddeleri içerir. Bunların yanısıra tavsiye edilen çinko ve selenyum minerallerini, sistein, ornitin ve arginin amino asitlerini satın alabilirsiniz bu mağazalarda. Oldukça bulanık bir alan olduğu için, ne «yaşamı uzatma» programının tavsiye ettiği dozlara değineceğim, ne de bu tavsiyeleri onaylayacağırn. Yiyecekleri koruyucu maddelerin zehirli etkileri olduğu bilinmektedir bir kere, öte yandan, etiketlerinin üzerinde «koruyucusuz» yazan yiyeceklerden satın alırken koruyucu kapsüller satın alınaya geçiş bu konudaki bilgilerimizin eksik olduğunu gösterir. E vitamininin savunucuları uzun zamandır yaşlanmayı yavaşlattığını iddia ediyorlar, öyle bile olsa ki bütün araştırmacılar aynı görüşü paylaşmıyor.En uygun doz üzerine tartışmalar hala sürmektedir.

Gerilim ve kaygı da yaşlanmayı hızlandırabilir. Nöro-endokrin ekseninde çalışarak gerilimli düşünceler beyinde nöro-taşıyıcılara dönüşürler. Bunlar da, hipofizdeki ACTH gibi «gerilim hormonları» birikimini etkilerler. Bütün hormonal sıra harekete geçtiğinde, sonuçta, daha önce gördüğümüz gibi, bağışıklık sistemi zayıflığı ya da bağışıklık sistemine baskı ortaya çıkar, bağışıklık tepkisi bastırıldığında vücut, kanser de dahil olınak üzere hastalıklara daha kolay yakalanır bir hale gelir. O halde, gerilimi azaltmanın yararlarından biri de daha uzun yaşama şansımızı artırmasıdır.

Uzun Yaşama ve Zeka

Yaşlılığın kimyası konusu gittikçe ilginçleştiği için ben de daha derinlere bakmanın daha verimli olacağını düşünüyorum. Her şeyden önce, merkezi sinir sisteminin yaşları-mada önemli bir rolü olduğunu artık anlamış oldukları için araştırmacılar, yaşlanmanın önceden kurulu bir mekanizma olduğunu kuramlaştırmaya başladılar. B:u kurarnın çıkış noktası şudur: DNA'mız, süt dişlerinin çıkmaya başladığı ve ergenliğe geçiş dönemleri de dahil olınak üzere, yaşantımı-zın birçok olayını «tam zamanında» programlar. Bunun yanısıra, vücudumuzun ürettiği doğal antioksidanların miktarı-nın büyük ölçüde kalıtım tarafından belirlendiği bulunmuş-tur. Bu, bazı insan gruplarının seksenlerini nasıl keyifle geçtiğini anlamamıza yardımcı olacaktır.

O halde, bu kuram, beyine önceden yerleştirilmiş ve ya-şamın uzunluğunu belirleyen bir biyolojik saat üzerine kuruludur. Türlerin maksimum yaşam uzunluğu bu saat tarafından belirlenmektedir ve ancak çok özel olan çevre etkenlerince etkilenebilir. Saat insanlarda olduğu' gibi hayvanlarda da bulunur. Örneğin bir som balığının ömrü akıntıya karşı yüzüp yumurtalarını bıraktıktan sonra sona erer, bu her som balığının sinir sisteminde önceden kurulmuş bir işlevdir. Saatin kurulması genetik olarak belirlenmiştir ve bu bulgu, genetik mühendisliği için yaşamı uzatma etkisi gösterecek heyecan verici olasılıklar açmıştır. Temelde, saatin yeniden kurulabilmesi için DNA' daki kodu değiştirmeyi içerir. Genetik düzeyden ölümsüz hücreler yaratma olasılığı bu alandaki biyologların hayal gücünü harekete geçirmektedir. Şimdiden, bir test tüpündeki hücreleri «ölümsüzleştirmek» için teknikler bulunmaktadır, bir diğer deyişle, bu hücreler sonsuza dek yaşayacaklardır.

Öte yandan, ölümsüzlük doğa için yeni bir durum değildir. Tek hücreli organizmaların en bilinenlerinden biri olan amip fizikselolarak ölümsüzdür. Fazla yaşlandığında, daha genç iki hücreye bölünür. Orijinal amip ölmez, iki çocuğuna dönüşür. Onlar da zamanı gelince aynı şeyi yaparlar. Yeni nesillerin sonsuza dek üremesi sırasında ilk amip haHi varlı-ğını sürdürmektedir - hiçbir ölü kalıntısı bulunamamıştır. Suda bulunan ilkel organizma, tatlı su polipi, ölümsüzlüğe bir başka yoldan ulaşmıştır. Metabolizması öylesine hızlıdır ki, vücut hücreleri her iki haftada bir yenilenmektedir. Böylece ortalama ömrü hep sabit kalır, ne yaşlanması ne de ölümü söz konusu değildir

Doğanın zekası soğukkanlı başka türleri de - bazı balık ve timsah türleri - öyle yavaş bir metabolizma hızı ile programlamıştır ki, hücreleri sonsuza dek ürerler. Bu yaratıklar herhangi bir kısıtlama olmaksızın sonsuza dek gelişirler ve ancak başka hayvanlara yem olmaları durumunda onlar için ölüm söz konusu olabilir. Bitkiler arasında sekoyalar ve diken kozalaklı çam ölümsüz olmayabilirler fakat iki ila beş bin yıl yaşayabilirler. Üç bin yıl önce Buda'nın altında meditasyon yaptığı bodi ağacı Hindistan'da bugün hala bir hac yeri olarak varlığını sürdürmektedir.

Mikromühendislik teknikleriyle bilimadamları hücreleri ölümsüzleştirrneye çalışırken genlerin gerçek içeriğini de-ğil de yalnızca içeriğin ifade edilişini değiştirmeye çalışıyorlar. Genlerin kendileri ölümsüzlüğün gizini hep taşımışlardır. İçimizde olup da ölmeyen tek varlık onlardır. Binlerce yıl boyunca genlerin ifade edilişierinde değişiklikler gerçekleşebilir ama genlerin kendileri sonsuza dek yaşarlar.

Bu gerçeği, on dört yıl önce eşim birinci çocuğumuza hamileyken, çarpıcı bir şekilde anladım. Düzenli yaptırdığımız kan testlerinden birinde hafif bir kansızlık görüldü. Biraz demir eksikliği olduğunu düşündüm ama yine de, Rita'nın kanından hazırlanmış parçayı mikroskopun altında sırf merak yüzünden inceledim. Kırmızı kan hücrelerinde bazı özel biçimler görünce hastanemizdeki patologa darııştım, o da hemen «hafif Akdeniz kansızlığı» teşhisini koydu. Daha detaylı bir kan testi ile Rita' da «thalassemia» özelliği görüldü.

Thalassemia, Akdeniz insanlarına özgü bir kan hastalığı-dır, fakat karım Yeni Delhi'lidir ve Hindistan'ın bu bölgesi dışından hiçbir akraba sı yoktur. Kütüphaneye gidip araştırma yaptım ve «thalassemia kuşağının» Makedonya'dan Multan'a, bugünkü Pakistan'a geçtiğini öğrendim. Daha sonra, Rita'nın büyük büyükbabasının Multan'dan Hindistan'a göçettiği ortaya çıktı. Üstelik bu hastalığın kökleri M.Ö. üç yüz yıl kadar önce Büyük İskender'in ordularıyla yaptığı akınıara kadar uzanıyordu.

New Jersey'deki hastanenin soluk laboratuarında oturmuş yüzlerce kez bu kan parçasını mikroskopla gözlerken, birdenbire bir rahatlama duygusu ile ölümsüzlük gerçeğinin farkına vardım. Karımın damarlarında dolaşan genler tüm rastlantısallıklarına karşın, Büyük İskenderin İndüs kıyılarında yaptıklarından, İsa'nın vaazlerinden, Pompei'nin yıkımından, Haçlı Seferlerinden, Napolyon'un Moskova'dan çekili-şinden, yüzlerce yıllık devrimlerden, insanoğlunun değil yalnızca birkaç düşüncenin yaşamını sürdürüp bugünlere ulaşabildiği bunca olaylardan sonra herşeyin, herşeyin değişmesine karşın varlıklarını değişmeden sürdürüp mikroskop ta karşıma çıkmışlardı. Yüzyılların birikimine karşın ölmeyip karımın içinde yaşamlarına devam etmişlerdi ve şimdi de çocuklarıma geçiyorlardı. Ölümsüzlüğün bundan daha inandı-rıcı bir kanıtı olur mu hiç? Genler ölümsüzlüğün vücuda gelmiş biçimidir

Genleri fiziksel yapılar olacak mı düşünmeliyiz yoksa onlar bilginin eşsiz ifadeleri, zekanın itici güçleri midirler? Her ikisi de. Fizikseldirler çünkü gözlerle' görülebilirler ve kimyasal bileşimleri açısından analiz edilebilirler fakat di-ğer canlı dokular gibi genler de yalnızca fizikselolan doğalarını aşarlar. Varlıkları her zaman için doğanın bütünüyle dinamik bir ilişki içindedir. İster bir mikron, isterse bir galaksi düzeyinde olan ve tüm evreni ayakta tutan evrim akışına onlar da kapılmıştır. Ezelden beri varolan bilginin en konsantre biçiminin fiziksel ifadesidirler. Üstelik tüm doğadaki yaşamı ayakta tutarlar, her an için değişmeyenin değişmesini olanaklı kılan en büyük doğa düzeneğidirler. Düşüncelerimiz gibi genlerimiz de içinde bulunduğumuz şu andan sonraki anda aynı kalmayacaklardır ama kimyasal denge durumları, ömrü yaratmak için sayılamayacak kadar çok anı birbirlerine bağlar.

Genler hücrelerimizi yurt edinmişlerdir ama egitimlerini evrende görmüşlerdir. Sınırsız özgürlükteki yaşamı kurabilmek için hidrojeni, karbonu ve periodik tablodaki diğer elementleri biçimlendirmeyi, sonra da gittikçe karmaşıkla-şan organik molekülleri yapmayı ve en sonunda da uygun bir ortamı yani bu gezegeni kurmayı «öğrenmek» evren için çok zaman almıştır. Yararlı bir şekilde öğrenilen her şey, sonuçta elde edilen ürünü yani insanoğlunu oluşturmaya uygun her bilgi parçası, insan genlerinde biriktirilmiştir ve bu işleminsüreceğine ilişkin her türlü kanıt da mevcuttur

Bu yolla genlerimiz ölümsüzlüğü öğrenmişlerdir. Eğer zekamızın diger düzeylerinde de ölümsüzlüğü anlamak istiyorsak, «onun üzerinde kafa yormak» ya da ona dokunmak, onu görmekle sınırlı olmayan bir davranış biçimi bulmak zorundayız. Günlük yaşamda düşünme ve duyularımızı kullanma bağımlılığımız, zaman dediğimiz şeyle sınırlıdır. Yaşlılık zaman dediğimiz bu şeyin geçmesi yüzünden ortaya çıktığı için, yaşlılığın ne olduğundan önce zaman kavramının ne olduğunu anlamamız gerek. Bilge bir Hint düşünürü ve hocası J.Krishnamurti zamanı şöyle tanımlıyor: «Insanoğlunun ruhsal düşmanı». Evrenselolarak, yaşlanmadan herkes korktu-ğu için karşı çıkılamaz görünüyor bu tanım. Peki nedir zaman? Krishnamurti basit olarak, «Zaman düşüncedir,», diyor. Bedeni ve zihni yaşlanmakta olan bir hasta için veya zamanın fizyolojideki pratik sonuçları olan belirtileri tedavi etmeye çalışan bir. doktor için müthiş bir görüştür Krishnamurti'ninki. Zamanın bir kavram olduğunu anlamamızı istiyor.

Herkese tavsiye ettiğim bir kitap olan Uzay, Zaman ve Tıp'da Dr. Larry Dossey şunu gözlemliyor:

asıl zaman düşüncesine tutunuruz - geçmiş, şimdi ve gelecek olarak bölünebilen ve akmakta olan. Çizgisel bir asıl zaman inancımız, sağlık ve hastalık, yaşam ve ölüm üzerine temel düşiıncelerimizi de belirler. Ama bu şekilde düşünce eski bir bilimle ilgilidir.

Burada eski bilim dediği şey, Einstein'ın genel görecelilik kuramıyla yıktığı ve bizi zaman, uzay ve insan duyu organlarını kesintisiz bir süreklilikle sınırlı olarak görmeye zorlayan görüştür. Zamanın «gerçekliğini» anlayabilmekiçin önce onu algılayan bilinci ve bilinç ile zamanın bir arada bulunduğu doğanın tümünü anlamanız gerek. Zamanı iz yarattık, siz ve ben. Zihinsel bir araçtır o, varlıkların göreceli konumlarını ölçmek için kullandığımız bir kavramdır. Onu kendi başına bir varlık olarak daha fazla düşünmemiz gereksiz. Uzay-zaman sürekliliğinde bir yardımcıdır o, ve bu süreklilikteki değişiklikler onu da değiştirebilir. Eğer ışık hı-zına ulaşacak hızda hareket ederseniz (saniyede 300.000 km), zamanı yavaşlatır veya «genişletirsiniz» görüşünü ortaya atan ilk Einstein olmuştur. Bu da demektir ki, üç yıl içinde en yakın yıldıza gidip dönebilecek hıza Uıaşabilirseniz, geçen zamanın yeryüzünde yirmibir yıla eşit olduğunu görürsünüz. Bu geziyi sizinle birlikte gerçekleştirmeyen insanların vücut hücrelerinden daha genç olan sizin hücreleriniz için bir gerçeklik olurdu bu. Yaşlanmayı göreceli bir olgu olarak yaşamış olurdunuz.

Yüksek hız fiziğinin bulmacalarının da ötesi var burada. Dr. Dassey diyor ki:

ölümsüzlük, doğum, ölüm, uzun yaşam, hastalık ve sağlık-bu kavramları bilinçsizce oluşturuyoruz ve onları bir dış gerçekliğin parçası sandığımız mutlak bir zamanda birleştiriyoruz. Fakat, gerçeklik hakkında tüm bilginin deneyimde başlayıp bittiği konusunda Einstein haklıysa, bu olayların anlam kazandığı bir dış gerçeklik olmaması gerek. Sağlık hakkındaki bilgimiz de deneyimde başlar ve biter

Öyleyse sağlık, hastalık, yaşam ve ölüm mutlak değildirler, bize bağlı ve içimizden gelirler. Bizi biz yapan şey kendimizi nasıl değerlendirdiğimizdir. İşte kendimize bu bakış açımızı bir değiştirebilirsek, bütün düşünceleri ve dolayısıyla tüm yaşam, yaşlanma, ölümlülük, en sonunda da ölümsüzlük gerçeklerini değiştirebilirdik - çünkü bu gerçeklikleri yaratan bizim düşüncelerimizdir. Düşüncelerimizin ve bakıs.-biçimimizin aslında tüm maddi ev""feni arattı örüşünü bir anlayabilsek, u sonuca kolayca ulaşabilirdik.

Düşünün bir kez. Vücudumuz nelerden oluşur? Hücrelerden ve aslında moleküllerle atomların bir düzen içinde yapılandığı dokulardan oluşur. Bir de bunlardan daha küçük ve zamanın başlangıcından beri varolan atomaltı parçacıklardan. Onlar ne biz doğarken yaratıldılar, ne de bizim hücrelerimiz dekompoze olunca ölürler. Onlar evrenin özünün bir parçasını, dolayısıyla da uzay-zaman sürekliliğinin bir parçasını oluştururlar. Varlığı, yani sizi oluşturan onların özel düzenlenişidir. Aslında siz olan bedeninizi birkaç yıl önce oluşturan parçacıklarla bugün oluşturan parçacıklar bile aynı değildir. Eski hücrelerin yerine yenilerinin gelmesi sayesinde, eski madde ile yeni maddenin yer değiştirmesi sayesinde, bedeninizin düzenlenişi sonsuza dek yeniden düzenleniyor

O halde bedeninizi «donmuş bir heykel» olarak değil de, bir nehir olarak düşünün. Bir antik çağ Yunan filozofu olan Heraklitus doğamızı yüzyıllar önce tanımlayan bir cümle bıraktı bizlere: «Aynı nehre iki kez giremezsiniz çünkü su hep değişmektedir.» Nehir benzerliği özellikle çok güzel ve uygun. İçimizdeki değişim akışı hep yenilendikçe, biz de hep mükemmel sağlıklı olacağız. Yaşlanma bu akışın durmasıdır. Kolaylıkla doğalolacağınız noktaya, bilgeliğe ulaşmadan önce fiziksel anlamda yapabileceğiniz bu kadardır işte. Herrnann Hesse'in Siddhartha'da yazdıklarını okurken insan fizyolojisini düşünüyorum: «Sev bu nehri, ayrılma ondan ve öğren.»

Kendini tanımak için, Siddhartha ayrılmadı nehirden.

Öğrenmek istiyordu ondan, onu dinlemek istiyordu. Bu nehri ve gizlerini anlayan bir insanın çok daha fazlasını, başka gizleri, tüm gizleri anlayacağını düşünüyordu. bugün nehrin giZıerinden yalnızca biriyle, ruhunu çepeçevre kuşatan biriyle karşılaştı. Suyun durmaksızın aktığını ama yine de orada olduğunu gördü. Su hep aynıydı ama her an yeni bir andı. Bunu anlamaya, kavramaya kimin aklı yeterdi? Aklı yetmedi. Yalnızca, bulanık bir kuşkunun, zayıf bir hatırlamanın, ilahi seslerin farkına vardı Bu nehir gibi sizin bedeniniz de hep aynıdır ama her an yeni bir andır. Mutlak, durağan bir madde değilsiniz. Maddenin kendisi bir zamanlar uzayda bir tozdu ama doğa onu gelecekte evrende kullanmak için sakladı. İşte şimdi, kemiklerinizdeki karbon ile kan plazmanızdaki oksijen, sindirim, solunum ve başaltım işlemleri biçiminde dünya ile dinamik bir alışveriş içindedirler. Evdeki her atom için yolda bir baş-ka ve durakta da yine bir başkası vardır. Yüksekten akan ve masanın üzerinde ne kalmışsa süpürüp çöpe götüren bir akıntıya çok benzeyen maddi bedeniniz eğer «gerçek» beniniz olarak görünmüyorsa size, nedir peki gerçek beniniz?

Maddeye sizin görünümünüzü vermek için onu biçimlendiren düzenleme, düzenleme gücü, bilgi, zeka, bilinç dürtüsü'dür gerçek siz. Sizi bütünlüğünüz içinde siz yapmaya değerı şey budur işte. Maddi olmayan, bütün, dinamik ama yine de tamamıyla dengede ve evrimleşme yeteneği sonsuz. Kendi sonsuz ifade edilişi sayesinde, değişim, evrimleşme, çürüme ve ölme görünümlerini verir sizlere. Ama temelde kendisi değişmeden kalır çünkü değişikliği yöneten zekanın kendisidir

Daha sonra, quantum fiziği denen bir branş aracılığıyla çağdaş bilimin bütün bu ölçülebilir terimler için nasıl geçerli olduğunu göreceğiz. Şimdilik, insan sezgilerinin yüzyıllardır bu kavrayışlara ulaştığını görmemiz yeterlidir. İnsanoğlunun temel doğasından sözederken eski Bhagavad Gita şöyle diyor

Doğmamıştır o, ölmeyecektir de, ne varolmuş, ne de yok olacaktır. Öncesiz ve sonrasız olduğu için, bedeni öldürülse bile kendisi öldürülemez. Silahlar parçalayamaz onu, ateş yaka maz, su ıslatamaz, rüzgar da kurutamaz. Ölümsüzdür o, her-şeyi kaplar, sarsılmaz ve hep aynı kalır. Gözle görülemez, akıl almaz, değişmezdir o.

Bu metindeki «o» zekadir. İçinizdeki yaratıcı güç görevini görür ve bu yüzden de gerçek kendinizdir o. Evrende temel kıldığı güçleri tanımlamak için bilim, alan sözcüğünü kullanmaktadır. Tıpkı bir manyetik alanın bir kağıt parçası üzerindeki demir parçacıklarını düzenleyebilmesi gibi, evrenin Oftak alanı da zihin ve bedeni düzenleyebilir, öyle de yapar zaten. Yaratmakla yükümlü tüm dürtüler bu alandan kaynaklanır. Yaşayan ve ölen herşey bu alanın içindedir ve asla dı-şına çıkamaz. Maharishi Mahesh Yogi kısaca «tüm olasılıkların alanı» olarak adlandırıyor onu.

Çözümün, hormon düzeylerinin ve «yaşamı uzatma» haplarının çok daha ötelerinde yattığını bildiğim için, yaşlarıma sorununu bu kadar uzattım. Daha önce, hastalık süreçlerini incelerken sağlığın «ben» düzeyinde yattığını görmüştük. Şimdi bene ulaştık - bilinçli zekamıza. Eski üzücü devirlerin deneyimlerine dayalı eski görüşlere uygularsak bunu, hastalık ve yaşlanma kaçınılmaz sonumuzdur. Eğer dürüst davranmak istiyorsak, çocuklarımıza bu acı mirası anlatmamız gerek. Bununla birlikte, ben, içinde bulunduğumuz bu evrim aşamasının. Dr. Salk'ın en bilgenin yaşamını sürdürebildiği olarak tanımladığı bu aşamanın, bizi hastalık ve yaşları-manın yerine «benin gelişimine» götüreceğine inanıyorum. Bu gelişme herhangi bir zorlama ve çaba olmaksızın gerçekleşecektir çünkü yine içimizden gelecektir. Fakat toprağı yeni tohum için hazırlayacak olan tutum, ekinin büyümesini ister bir tutum olmalıdır. İnsanları çöküşe sevkeden mitler ve önyargılar yüzünden varlığını sürdürebilmektedir hastalık ve yaşlanma. Bugünkü inanç sistemimiz - diğer bir deyişle, bedenlerimizden beklentilerimiz - yüzyıllar süren kültürel koşullama ve dogmaların ürünüdür.

(Örneğin, akupurıkturun işe yaradığı ortaya çıktığında çoğumuz şok olmamış mıydık? Oysa o zamana kadar ameliyatlar için kesinlikle etkinli kimyasal anestezinin gerekli olduğunu bilmiyor muyduk?)

İnanç sistemimizin kökleri fizyolojjdedir ve bu yüzden «doğ-ru» olduğunu düşünürüz. Bu «doğru» nedeniyle normal insan zamanla çöker, oysa sonuna kadar canlı ve uzun yaşamayı başaran insanın anormalolduğu düşünülür. Psikofizyolojik bağıntı sayesinde bunların hepsi değişebilir, değişecektir de zaten. Düşünce ve inançlarımız nasıl olurlarsa olsunlar, onlara aracılık eden merkezi sinir sistemidir. Bu nedenledir ki, düşüncelerin kökleri hücrelerdedir. Merkezi sinir sisteminden gelen mesajlar değiştirildiğinde, bedenin de değişmekten başka yapacak bir şeyi kalmaz. Önce eski kalıntıları ve aşınmış düşüncelerin artıklarını bir kenara bırakmalıyız - sonsuza dek mükemmel saglıklı olmaya istekli olmalıyız. Bundan sonra, özgür bırakılmış zihin ve bedenin birleşik zekası yeni bir evrim aşamasına götürecektir bizi. Şimdiden birleşik zeka böyle bir aşamaya yönelmiştir zaten, yoksa bu ve bunun gibi kitaplar yazılamazdı. Öyleyse, bundan sonra düşüneceğimiz şey, kendimizden beklentilerimizin ne şekilde olması gerektiğidir

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp