Son Birkaç Söz

Son Birkaç Söz

Aslında bu kitabın başlangıcında bir ebe hanım var. 21.7.1988'de Hallo-U-Wagen adlı yayınımızın "Çok Özel Bir Sıvı: İdrar" başlıklı bölümünün yayınlanabilmesini o sağladı; o zamandan beri de herkesin dilinde bu yayın var. İnsanlar sokak ortasında beni durdurup, dedelerinin hikayelerini anlatıyorlar. Bazılarını utanarak dile getiriyorlar. Yüz ifadelerinden, sanki yüzyıllardır var olduğu hep bilinen, fakat gizlenmesinin doğru olacağı düşünülmüş bir sım açıklarmışçasına utandıkları belli oluyor. Ebe hanımın adı, Monika Plonka. Bugünün genç ebelerine örnek olacak insanlardan biri. 60'lı yıllara kadar, bisiklet tepesinde evden eve dolaşarak, bebekleri ana babalarının yataklarında dünyaya getirmiş. Bugün de hala evlerde yapılan doğumlara gidiyor.

Doğumdan önce tanışabildiğiniz ve sonra da ya birlikte doğum için sizinle birlikte hastaneye gelen veya evde doğumu kendisi yaptıran, artık unutulmuş ebelerden biri o. 70 yaşındaki Monika Plonka enerjik bir tip değil. Tostoparlak, rahat, sakin bir kişi, biraz muzip bir gülümseyişi ve pırıl pırıl ışıklar saçan mavi gözleri var. Birçok kadın ve erkek ona hayran; çünkü soğukkanlılığı ile birçok doğumu, hastanelerde görülen steril fayanslardan, insanın cesaretini kıran davranışlardan, her nöbet değişikliğinde karşınıza çıkan, huyu birbirine benzemez hemşirelerden uzakta, unutulmaz güzellikte doğal bir olay haline getirmiş.

Fransızların bu tip kadınlara neden "femmes sages" (bilge kadın) dediklerini onu görünce daha iyi anlıyorsunuz. Frau Plonka, halk ilaçlan hakkında pek çok şey biliyor: Doğum bölgesi yaralarına meşe kökü ile tedavi; meme başı yaralarına anne sütü sürmek (ki Türk kadınları bugün bile böyle yapıyorlar); bebek nezle olursa burun deliklerine anne sütü sıkmak gibi... Bebeklerin, annenin göğsündeki bir iltihaplanmayı, emdikleri sütün tadından hemen anladıklarını da biliyor. Bitkin düşene kadar emerek, göğüsteki fazla sütü almaya ve böylece göğüslerde iltihap toplanmasını önlemeye çalışarak anneye "yardımcı" olurlarmış. Oysa doktorlara kalsa hemen ilaç vererek sütten kesmeye kalkarlar. Önceleri tatlı olan sütün, emzirme döneminin sonuna doğru, azalan yoğunluğuyla birlikte tuzlu bir tat aldığım ve bunun sütten kesmeyi kolaylaştırdığı da bildikleri arasında.

Tıpkı anne sütünün, içeriği ve renginin, örneğin bağışıklık kazandıran maddelerin zaman içinde, çocuğun gelişmesine ve gereksinimlerine uygun olarak değiştiği gibi ... Bayan Plonka, koruması altına aldığı ana babalara, bebeklerini plastik bezlerle sarmalarını, kumaş kullanmalarını öğütler; böylece pişikler de önlenmiş olur. Eğer bebeğe pamuklu veya yapay bezler yerine, yün don giydirilecek olursa, sık sık altını değiştirmek de gerekmez. Hannelore Ruppert de, Bayan Plonka ile birlikte çalışıyor ve kendi icadı olan, hiç işlenmemiş saf yünden yapılma kundak bezlerini kullanmayı öğretiyor. Bu yün pek alışılmamış bir görünümde. Kirli gri-sarı bir rengi var. Ve ekşi bir koyun kokusu yayıyor.

Çok hafifçe eğdirildiği için, örerken iplikler hep kopuveriyor. Koyun postunun içerdiği lanolin ipliklere geçtiği için, örerken insanın parmakları gerçekten de yağlanıp yumuşacık oluyor. Bayan Plonka ile Bayan Ruppert'in güvenilir tavsiyeleri olmasaydı birçok anne bu denemeyi yapmaya kalkışmazdı. Çünkü çok ters bir biçimde, idrarla doğrudan doğruya temas halinde olmasına rağmen bu yün bezlerin elden geldiğince az yıkanması gerekiyor. Şimdi herkes haklı olarak şöyle düşünecek: "Ne iğrenç! Birkaç saat geçince kokmaya başlar. Bir de koyun kokusu eklenecek!"

Vaktiyle bu yün bezleri deneyenler, gördüklerinin küçük bir mucize olduğunu hissetmişler. Yünün koyun kokusu kaybolmuş ve bezler güzel kokmaya başlamış: Temiz ve hoş bir koku. İnanılır gibi değil! Sanki güneşte çimenler üzerinde kurutulmuş çamaşır gibi! Hatta iyice çişle ıslandıktan sonra bile. Kendisi koklamayan buna inanamaz. Uzmanlar, bunun bitkisel ipliklerle, hayvansal iplikler arasındaki farklılıktan ileri geldiğini bilirler: Yün ve ipek birer protein ürünü olduklarından, yapıları gereği insan cildine ve özelliklerine yakındır.

Pamuk, keten ya da yapay kumaşların kimyasal iplikleri bambaşka bir yapıdadır. Koklayarak, elleyerek aralarındaki farkı hissetmek mümkündür; işlenmemiş yün rutubeti çekmez. Nemi kuşatan odacıklar oluşturur. İpliklerin kendileri lanolin ile korundukları için, asla ıslanmazlar. İdrar bu odacıklardan buharlaşarak çevreye yayılır ve taze saman kokusu duyulur. Yünün kendisi ise, idrarın içindeki amonyak ile yıkanmış olur. Sadece bez güzel kokmakla kalmaz, kirli gri renk gider ve tıpkı beyaz kazaklar gibi, bembeyaz olur.

Koyunların ve diğer bazı hayvanların öyle sırılsıklam ıslanmayışları, işlenmemiş yünün yapısındaki özelliktendir. Postları kiri ve yağmur suyunu çekmez. Buna bağlı olarak da, sabun, yünün bu en önemli özelliğini bozar. Yıkanınca içindeki doğal yağlar gider. İşte lifler asıl o zaman kirlenir. Yün bez yöntemi sayesinde, bitkisel ve kimyasal ipliklerin bakterileri daha çabuk ürettikleri ve kötü koktukları anlaşılmış oldu: çocuğa sarılan yumuşak pamuklu bez, çok geçmeden hepimizin bildiği o iğrenç idrar kokusunu duyurur. Yün bezler ise hiç yıkanmadan aylarca kullanılabilir. Taze ve güzel kokusunu kaybetmez ve ancak yünün yağı yıkanarak giderilince kokusu değişir. Doğrusu bu şaşırtıcı bilgiyi kendime saklamak istemedim ve şu başlıkla bir program yaptım:

"Ah, Yanlış Kundak Kurbanı Zavallı Popolar". Sonuç merakla, protesto karışımı tepkiler oldu. Yine de müthiş bir ilgi. Yayının uyandırdığı yankılardan anlaşıldı ki, şimdiye kadar, kundak hijyenisi konusundaki yöntemleri, tarihi gelişimiyle ve halklar arasında karşılaştırma yaparak araştıran hiç kimse olmamıştı. Farklı kültürlerde idrarın nasıl ele alındığı konusunda, bizim yaptığımız araştırmaların sonuçlarıysa tatmin edici olmaktan uzaktı.

Açıkça belli olan bir şey varsa, o da şuydu: Pampers, ya da benzeri sentetik bebek bezlerinden vazgeçilemediği sürece, yıkama ve cilt yumuşatıcı yağlardan da vazgeçilemiyordu. Doğrusu, anneliği bilen birtakım kadın araştırmacıların, insanların kutuplarda ya da çölde, beşbin metre yükseklikte ya da bataklık bölgelerde; sıcakta, soğukta ya da karda bu konudaki geleneklerini, usullerini araştırıp, bir kitap yazmalarına değer. Beni etkileyen şöyle bir olay da geçti: Bir bölümün başlığı şuydu: "Çayırda Neler Oluyor? Otlak Bekçilerine Koruyucu Yardım". Bu yayında, birçok ineğin ve diğer hayvanın, otlak ve çayırların doğal büyümesine izin verilirse, çeşitli hastalıklarında, kendilerine yararlı olacak otları arayıp bulabildikleri anlatılıyordu. Yüzyıllardır evcilleştirilmiş olmalarına ve türlerinin değişmesine karşın, inekler "kendilerini koruma" içgüdülerini saklamışlardır.

Biz insanlar ise kaybetmek üzereyiz, daha da kötüsü olacak; savaş ve savaş sonrası kuşaklan henüz ev ilaçlan ve şifalı bitkiler hakkında az çok bilgi sahibi sayılırlar ama, onlarla birlikte kültürümüzün son kalıntıları da ölüp gidecek. Süpermarket çocuklarının tüm bilgileri kitaplardan geliyor; dokuz yaşındaki bir oğlan geçenlerde taze naneyi koklayınca "aa, çiklet kokuyor," diye bağırdı. Gerçi kültürümüzden yüzyıllardır devraldıklarımızı, fark gözetmeden, ab artarak kötülediğimiz veya değer vermeyerek ne yazık ki, pek çok "bilge kadının" ve halk hekimliği konusundaki geleneksel bilgilerin kaybına sebep olduğumuz şu sıralarda insanların kafasına dank etti.

Basit görünen ve bedava tedavi yöntemlerinin bilincine varmamız, sadece bedava olmalarından değil. Gittikçe daha çok kimse, idrarın, terin, kanın, tükürüğün, spermin ve anne sütünün etkilerini öğrenmeye ilgi duyuyor. Fakat bu ilgi ve meraka karşın, tiksinti öylesine derin bir yer etmiş ki, insanlar biraz önce ağızlarında bulunan tükürüğü bile pis buluyorlar ve içine kendi tükürükleri bile damlasa, bir bardak suyu içmeye çekiniyorlar. Tükürük bir sıvı olarak kabul edilmez, oysa o olmadan konuşamayız; içindeki bir sürü değerli madde dolayısı ile hazma son derece faydalı bir unsurdur. Bebeğin akan salyasını bile, alelacele klor ve nitratlı suyla silmek daha kolayımıza geliyor.

Terlemek de, vücuttan çıkan ter de, yanlış bilinen şeylerdendir. Vücudun bu "doğal ısı ayarlayıcısına karşı, kimyasal savaşa kalkışmanın kendine zarar vereceğini görmeye başlayan insanların sayısı giderek artıyor. Gittikçe daha çok kimse kendi kokusunun, ticari parfümden daha anlamlı olduğu duygusunu benimsiyor. Cinsel organların temizleyici ve şifalı florasının, sadece aşk hayatı için salgılanmadığı ve spreylerle, dezenfektanlarla bunların zarar gördüğü artık her yerde konuşuluyor. Ama kendini temizlemek dışında, başka işlevleri ve becerileri hakkında pek az bilgi var.

Tükürüğün, akmayı önlediğini, kurutmaya faydası olduğunu bildiğimizden değil, adet olmuş diye kanı yalarız. Amerikalı kadın yazar Germaine Greer, 70'li yılların başında yazdığı "Hadım Kadın" isimli kitabının infial yaratan, unutulmaz cümlesinde, kadınların kendi adet kanlarını, parmak ucuyla olsun yalamalarının bile kesinlikle imkansız olduğunu, kadınların bedenlerine yabancılaşmasının bir kanıtı olarak gösteriyordu.

Ve bir kulak-burun-boğaz profesörü, bizim dinleyicilerimizden Rot‘a, tükürüğünü ve balgamını, mükemmel birer porsiyon lökosit ve elektro sit olarak değerlendirip, yutmasını söylediğinde kadın boğuluyormuş -dehşet üstüne dehşet! Kim bilir belki sağlık sorunları patlaması, ana sütündeki bağışıklık kazandıran maddelerin de daha esaslı biçimde araştırılmasını gerekli kılar. Belki de anne sütünden geç (2-3 yaşında) kesilen bebeklerin, ileriki yıllarda, erken kesilen ve fabrika ürünleri ile beslenen bebeklere kıyasla, çocuk hastalıklarına daha seyrek yakalandıklarını, yemek konusunda daha bilinçli ve kaprissiz olduklarını tespit etmek için ayrıntılı araş-tırmalar yapmaya değer.

(Sorun şurada: Hangi bebek maması üreten firma, böyle bir araştırma için ortaya para koyar? Birçok insanı korkutan, bilimsel araştırmaların, "kimin arabasına binerse, onun düdüğünü çalma" eğiliminde olması. Belki yeni kadın araştırmalarının getirdiği yöntemler, gelecekte bu alanda daha önyargısız, daha tarihsel, daha kültürel ve daha disiplinli araştırmalara olanak tanırlar. Basit ve pratik olmakla birlikte cevapsız kalmış pek çok soru yok mu?)

• Suyu ve musluğu olmayan halklar nasıl yaşıyorlar (tarihsel, toplumsal ve kültürel açılardan karşılaştırıldığında)?
• Anneler, yiyecek ve sabun yokken (binlerce yıl) ne yaparlardı?
• Çöl insanları tuvalet kağıdı yerine ne kullanırlar? (Kum elbette, ama devamlı olunca tahriş etmez mi? Neden yaralar açılmaz? Onlar neden daha az tiksiniyorlar; ne sonuç veriyor?
• Doğada yaşayan birçok kadın, bebeklerini içinde taşıdıkları bohçaları, çocuğun altını bağlamadan sardıkları halde, nasıl temiz tutabiliyorlar? Çocuk ıslatınca sırtlarında hissetmeleri için ne kadar zaman geçiyor? Kadın bunu nasıl öğreniyor?
• Bir bebeğin yalnız bırakılamayacağı gerçeği ve devamlı kucakta taşınması, çocuğun ruhunu ve sosyal davranışını nasıl etkiliyor?
• Bebekler annelerle hep göz göze bakışmasalar veya bebek arabasında hep anneye doğru dönük olmasalar da, aksine anne ile aynı hizada ve aynı yöne doğru bakıyor olsalardı, sonucu ne olurdu? (Saint-Exupery: "Aşk birbirinin gözünün içine bakmak değil, birlikte aynı yöne doğru bakmaktır.")
• Bize göre acınacak bir yaşam süren insanlarda görülen samimiyet, neşe, fazla yetinme olgusu ile, bebeğin kucakta taşınması ve uzun süre emzirilmesi arasında nasıl bir bağlantı olabilir?
• Eskimo kadınları ve buz gibi yüksek dağlarda yaşayan kadınlar, kendilerine ve çocuklarına nasıl temiz bakabiliyorlar?
• Bazı halkların bebekleri sımsıkı kundaklar sarması, onların ileriki kişiliklerini nasıl etkiler?
• Süper color ya da beyazlatıcı temizlik maddelerinden yoksun olan toplumlarda anneler, harika renklerdeki kumaşları ve derileri, binlerce yıldan beri nasıl temiz tutuyorlardı?
• Çinliler ve Amerika'daki Kızılderililer yıkanmak için ne kullanırlardı?
• Fellalı kadınlarıyla, Macellan Adaları'nda yaşayan kadınların lağım işlerinde benzerlikleri nedir?
• Polinezyalı kadınlarla, Papualı kadınlar arasında adet kanamaları konusunda ne gibi farklılıklar vardır?
• Hintli kadınlar idrarla ne gibi şeyler yaparlar?
• Sünnet olmanın dinsel açıdan zorunlu ülkelerde, erkeklerin özellikle sert, kadınlara karşı baskıcı ve geniş aileye düşkün olmaları tesadüf müdür?
• Türk kadınları, kız ve oğlan çocukları için kullandıkları kundak çubuklarını (ki, bunlar ücra yerlerdeki pazarlarda hala satılmakta) başkalarına göstermeye ne zamandan beri utanıyorlar? (Bana bunları getiren Ingrid Demming'e teşekkür ederim.)

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp