Ruh Hastalığı

Ruh Hastalığı :

BÜTÜN medeniyet hastalıkları içinde en sık karşılaşılanın, kabaca 'ruhi' diye sınıflanan hastalıklar olduğu kolaylıkla söylenebilir. Batıda, hastahaneye yatırılan hastaların en az üçte biri psikiyatrik tedavi için oradadır, ruhi bir sakatlı-ğı-özürü olanlar dahil edildiğinde bu oran yaklaşık ikide bire yükselebilir. Bunun dışında sayısı belirsiz pek çok insan daha hafif psikotik ve nörotik belirtiler, ya da uykusuzluk veya alkolizm gibi bir stres bileşeni olan hastalıkları sebebiyle doktorları tarafından tedavi edilmektedir. Ruh hastalığı da, kendisini daha korkunç gösteren eski bir yaranın izlerini halen taşımaktadır.

1972 A.B.Dbaşkanlık seçimlerinde George McGovern'la .aynı partiden başkan adayadayı olan senatör Thomas Eagleton'un bir zamanlar depresyon yüzünden elektrokorıvülsif tedavi (ECT) gördüğü açıklandığında nasıl adaylıktan çekilmeye mecbur kaldığının hikayesi, Atlantik'in her iki yakasında karşılaşılan pek çok benzer olaydan yalnızca en dile düşmüş olanı. 1978'de Prudential Sigorta Şirketi, kendileri. için on bir ay çalışmış ve başarılı olmuş bir elemanını, beş yıl . önce bir ruh hastalıkları hastahanesinde gönüllü tedavi gördüğünün anlaşılması üzerine işten çıkardı. Durum Milli Ruh Sağlığı Birliği tarafından ele alındığında şirket temsilcisi, bu elemanın tıbbi geçmişini önceden açıklamamış oldugunu, her halukarda "Prudential'de çalışan bir kişinin insanların güvenle evlerine kabul edebilecekleri birisi olmasını istediklerinin akıldan çıkarılmaması gerektiğini" söyledi. (Sözcünün söylediklerinin şirket çalışanları tarafından ne derece 'güvenle kabul edildiği' bir günlük protesto greviyle ortaya çıktı.) Bir başka olayda da, ilçe işsizlik bürosunda çalışan bir katip Devlet Hizmeti Komisyonu'na alınmadı, çünkü yıllar önce bir ruh hastalıkları hastahanesinde tedavi görmüştü:

Durumu ele alan Milli Ruh Sağlığı Birliği toplantısında söylendiği gibi, bu bile meseleyi kurcalarnaya yeterdi. Böyle rivayetleri okuyan biri, politikada, devlet hizmetinde veya iş hayatında ilerlemek arzusu duyuyorsa, her ne pahasına olursa olsun psikiyatrik tedaviden kaçınacaktı.

Psikiyatrinin bugünkü hali göz önüne alındığında bu da akıllıca bir şeyolurdu doğrusu. Öncelikle tedavi bir tür piyangoya benzeyebilirdi, zira psikiyatristler kamplara bölünmüştü. Manchester Üniversitesi'nden profesör John Cohen ve John Clark gerçekten bir kaynak eser olan Medicine, Mind and Man -Tıb, Zihin ve İnsan- adlı kitaplarında şöyle diyorlar:

"Bazı metodlar psikofarmakolojiyi, bazıları davranışçı yakla-şımı vurgularken bir kıomı epidemiyolojik metodları, sosyal psikiyatriyi veya psikoterapiyi, dig-er bir kısmıysa her yakla-şımın olumlu yönlerini birleştiren eklektik bir tavrı tercih ediyorlar. Freudcu, Kleincı ve Jungcu okullar yanında, akademik dünyada tutulmuş görüşlerden şüphe duyan uç ve marjinal gruplar var; hatta tıbbi bir disiplin olarak psikiyatrinin sıhhatini şiddetle eleştirenler söz konusu." (Yazarlar şunu da ekleyebilirlerdi: Bu eleştirilenlerirı en çok bilinen sahibi Thomas Szasz'm gözlediği gibi, degişik okulların destekleyicileri genellikle, bilim adamından çok dini cemiyetlerin üyeleri gibi davranıyorlar; birbirlerini alenen, bazan kinle suçluyorlar.) Bu karışıklık, 1969'daki Dünya Psikiyatri Sempozyumu'nda, Arthur Koestler tarafından açıkça ortaya kondu.

Akademik çevreler dışından, muhtemelen "psikiyatristin hayatındaki kötü bir ayrıntıyı -hastayı- temsil etmek üzere" davet edilen tek kişi olan Koestler, kendini, psikiyatristlerinkinden ayrı bir gerçeklik düzleminde bulmuştu. Psikiyatristler, teşhise ait terminolojinin herkes için aynı manayı taşıdı-ğını düşündürecek gibi konuşsalar da, daha yeni Morton Kramer, 'Teşhis üzerine ülke-ölçekli bir çalışma'sında "aynı hastalık belirtilerinin degişik gruplar için gayet degişik manalara geldiğini" açıkça ortaya koymuştu. İngiltere'de. belli belirtilerle ruh hastalıkları hastahanesine yatırılan herhangi yaştaki bir hastaya "manik-depresif" teşhisinin konma ihtimali, Kramer'e göre, A.B.D'nde aynı belirtilere aynı teşhisin konma ihtimalinden on kat fazlaydı. Koestler'inki gibi

60'ın üstündeki yaşlarda ise bu dengesizlik daha da çarpıcıydı, oran yirmide biri buluyordu. Kramer, "kafamı A.B.D.'nde üşütseydim İngiltere'dekinden on kat fazla ihtimalle bir serebral arterio-skleroz vakası, üçte bir oranında fazla ihtimalle de bir "şizo" vaka sı diye sınıflanacaktım" diyordu.

Koestler'in ifade ettiği gibi, bu bulgular sonraki çalışmalarla da doğrulanıp kuvvetlenmişti. A.B.D. Sağlık Bakarılı-ğı'nın desteklediği bir araştırmada, Amerikan psikiyatristlerinin üçte biri ayrıntılı hikayesine bakarak bir hastaya "şizofreni" teşhisi koymuştu. Aynı vaka İngiliz psikiyatristlere sunulduğunda hiç biri şizofreni teşhisi koymadığı gibi, görüş farkları da öyle basitçe milli terminoloji farkıyla açıklanacak gibi değildi. Amerikan psikiyatristleri kendi aralarında bile üçe ayrılrmştı; 'şizofreni' diyenler, 'nöroz' diyenler ve 'kişilik bozukluğu' diyenler (zaten bu 'kişilik bozukluğu' kategorisi, daha özel belirtiler bulunamayan vakaların topluca içine atılması için icad edilmiş bir paçavra kutusu gibiydi). Başka bir denemede otuz beş tecrübeli Amerikan psikiyatristibir vakaya teşhis koymaya dav-et edilmiş, on dördü hemen "nöroz" teşhisi koyarken, yirmi biri "psikoz" demişti. Koestler'in vardığı sonuç şuydu: "Hastanın kaderi hastalığının belirtile rine değil, psikiyatri ekolüne, etnik arkaplana ve hatta görünür biçimde, teşhisi koyanın bulunduğu yaş grubuna bag-lı-dır. '

Rosenhan bundan sonra benzer bir oyun daha düzenledi ama bu sefer tersinden. Bir ruh hastalıklan hastahanesindeki yetkililerden, hastahaneye göndereceği bir yalandan-hastayı meydana çıkarmalarını istedi. Kararlaştınlan süre içerisinde başvuran iki yüz civarındaki hastadan kırk biri, bir veya daha çok hastahane görevlisi tarafından tereddütsüz yalandan-hasta diye tesbit edildi ki, yirmi üçünü bir psikiyatrist belirlemişti. Halbuki aslında böyle bir yalandan-hasta yoktu. Rosenhan'a göre, "bu gibi hatalara yol açan bir teşhis süreci güvenilir olamazdı", Meselenin, doktor ve hemşirelerin hissizliği ve sorumsuzluğır meselesi olmadığını vurgulayan Rosenhan sistemin kendisinde kusur oldugunu söylüyordu. Bir ruh hastalıklan hastahanesine girerken hastalık ne umabileceklerini bilemezler (ve onlan sevkeden doktor da genellikle bu açıdan onlardan daha bilgili degildir); yatınldıktan sonra da konan teşhisi ve uygulanan tedaviyi kabul etm~kten başka pek seçme şanslan yoktur.

Yürürlükteki psikiyatrinin, "bilimsel teşhis" adı altında yer leştirdiği daha büyük çılgınlık, Stanford Üniversitesi'nden psikolog David L. Rosenhan tarafından 1972'de yapılan bir denemeyle ortaya kondu. Rosenhan ve yedi arkada-şı, A.B.D.'nin doğusunda ve batısındaki deg-işik eyaletlerde bazısı özel on iki ruh hastalıkları hastahanesine hasta gibi başvurdular. Bu yedi kişilik grupta iki psikolog, bir ihtisas öğrencisi, bir çocuk doktoru, bir psikiyatrist, bir ressam ve bir de ev,hanımı vardı ve hiç birinin psikiyatrik bir problemi olmamıştı. "Zaman zaman hop gürn gibi şeyler söyleyen ses ler duyduklarından" şikayet etmek, bunun dışında, mesela soru sorulduğunda doğru cevaplamak ve her zamanki gibi normal davranmak üzere anlaşmışlardı (başlangıçta, oyunlarırıın açığa çıkma korkusunun sebep olabileceği anlaşılır bir sinirlilik haline müsaade vardı). Yedisine şizofreni, birine manik depresif teşhisi konarak hastahaneye yatırıldılar ve kendilerine yazilan ilaçları kullanıyor gözüküp kullanmamak dışında söylenen her şeyi yaptılar (aralarında Thorazine gibi çok kuvvetlilerinin de bulunduğu hapların toplamı -sekizi için- iki bini aşıyordu). Yatınldıktan sonraki hedeflerinin, iyileşmiş görünerek bir an evvel taburcu edilmek olaca-ğına karar vermişlerdi.

Koğuş arkadaşları hasta filan olmadıklarını anlamakta genellikle gecikmediler ve bu sebeple inceleneceklerini dü-şündüler ama ne psikiyatristler, ne de hastahane görevlileri durumdan şüphelenmediler; tek yaptıkları vakaları kaydetmek ve hallerini teşhis lehinde delil olarak değerlerıdirrnektl. Mesela önceden kararlaştırdıkları şekilde açık not tutmalan, üçünün dosyasına "hasta yazmakla meşguloluyor" biçiminde girmişti. Ve hastalıklarının "hafiflediği" gerekçesiyle hastahanelerden taburcu edilmeden geçen süre yedi günle elli iki gün arasında değişiyordu

Geçmişe Bakış

Ruh sağlığt bozuk hastaların herhangi bir tedavi görmesinin şart telakki edilmesi nisbeten yeni bir gelişme. 16. yüzyılın sonuna doğru "delilik" artık bir şeytan işi olmaktan çok bir hastalık olarak görülmeye başlamıştı.• Ama bu insanlar için fazla bir şey yapılamıyor, "tımarhanelere" kapatılarak genellikle ölüme kadar burada kalmaları sağlanıyordıı. Za-ınan zaman bazı psikiyatristler bu katılığın dışına çıkarak bugünkü psikoterapiye benzer bir "özgürlük alanı" temin ediyorlardı ama bu istisnai bir durumdu. 1920'li yıllarda, şeker hastalığının tedavisindeki deg-erikeşfedilmiş bulunan insülinin şizofreni tedavisinde de başarılı olabileceğine ait deliller ortaya çıkmış ve kısa süre sonra da cerrahlar beyin ön lobunun bir kısmının çıkarılmasıyla olumlu sonuçlar alındı-ltına dair ameliyat raporları yayınlamaya başlamışlardı. 1938'de bir İtalyan psikiyatrist, saralılann nadiren şizofrenik oldukları bilgisinden yola çıkarak suni olarak oluşturulmuş sara benzeri bir nöbetin şizofrenikler için faydalı olabileceğini ileri sürdü; beyne elektrik şoku vererek denediği teknik, elektro-konvulsif tedavi modasının da başlangıcı oluyordu. Böylece insülin veya diğer ilaçların kullanıldığı tedavi, beyin cerrahisi ve elektro-konvulsif tedavi (ECT)'den olu-şan üç yönlü müdahale 1950'lere kadar ruh hastalıkları hastahanelerinin rutini oldu.

Bu metodların her biri ilk çıktığında büyük bir ilerleme olarak selamlandıysa da Birmingham Üniversitesi psikiyatri profesörü W. H. Trethowan 'ın gösterdiği gibi sicil kayıtları pürüzleri açığa çıkarıyor. Trethowan'ın psikiyatri ihtisasına başladığı 1940'lı yılların sonlarında insülin tedavisi hala revaçtaydı, ama denemeler sonunda, bu tedavinin hasta üzerinde -ihtimamın doğurduğu dışında- özel bir etkisi olmadığı belirlendi. Tedavinin meydana getirdiği devamlı narkoz hali hastaları haftalar boyunca, günün en az yirmi saati barbitürat uykusunda tutuyordu. Sonuçta metodun faydasız olduğu ve zaman zaman alarm veren yan etkiler oluşturduğu anla-şıldı. Trethowan, sonradan vazgeçilen ya da büyük ölçüde değiştirilen diğer bazı deneme tedavilerinden de bahsediyor.

Profesör Trethowan'ın bu eleştirili raporu, psikiyatrinin dünü ve bugününe şiddetli hücum eden, Amerikalı yazar, öğ-retmen, gazeteci, Milli Yaratıcı Telif Derneği'nin ödülünü kazanmış olan Peter Schrag'ın Mind Control -Aklın Kontrolüadlı eseri yanında bayağı yumuşak kalıyor. Schrag'ın asıl meselesi, psikiyatristlerin elindeki gücün hastaları tedavi etmekten çok nasılonları kontrol etmek, hatta cezalandırmak için kullanılabileceğini ve kullanıldığını, daha da kötüsü bu gücün: CIA gibi kuruluşlarca nasıl sömürüldüğünü göstermek. Yürürlükteki psikiyatrik tedavi metodlarından herhangi birinin sonuçta olumlu yönde etkisi olduğunu kabul etmek . için zeminin ne kadar dayanıksız bulunduğunu gösteren iyi belgelenmiş pek çok mahkum edici delili gözler önüne seriyor Schrag.

Elektro-Konvulsif Tedavi

Uygulanmaya başladığı zamandan itibaren elektro-konvulsif tedavi bir muhalefeti de birlikte getirdi. Kimse etkileme mekanizmasıyla ilgili bulanık bir "kontrollu nöbet" faraiyesinden öte inandırıcı açıklama getiremedi. Nörokimyevi terirnlerle açıklama girişimleri (ECT 'beyin noradrenalinini uyarır') hararetli taraftarlar bulmadı. Böylelikle savunmanın ana noktası, "klinik tecrübenin değerinf gösterdiği" yolundaki açıklamalar oldu ve bu bakış tarzı, yürürlükteki metodlara ya da geçerli tedavi modalarına kölece bir bağlılık göstermeyen bazı psikiyatristlerce de benimsendi.

Normal şartlarda ECr'nin kontrollu denemelerle test dilmesi beklerıirdi ama psikiyatristler, yalnızca sahte şoklar verilecek kontrol grubunun değerli bir tedavi şeklinden mahrum kalacağını bum},", da yakışıksız ve gayri ahlaki olacağını iddia ettiler. Londra'nın güneyindeki bir hastahanede klinik psikolog olan Syloia A. Riddell ECT'nin verimliliği hakkındaki raporları gözden geçirmek istediğinde yalnızca iki tane kontrollu deneme bulabilmişti. Bunların ikisi de l~CTyapılan grubun taklit şoklar uygulanan gruptan sonuçta daha sıhhatli olduğunu göstermemişti. 1963'te, Archives of General Psychiatry'de sunduğu tebliğ" yirmi yıllık bir mesainin ürünüydü ve bu tebliğinde "hareket tarzı, tedavinin arnacı ve en uygun sonuçlar için gerekli şartlar üzerinde hala bir anlaşma sağlanamadığım, ilmi bilgiler çerçevesinde durumun 1937'de olduğundan çok az degişik olduğunu" söylüyordu. Konu hakkında yazılanları inceleyen Geoff Watts 1976'da, Riddell'in on üç yıl önce söylediklerinin "o gün de aynen geçerli" olduğunu söylemenin yanlış olmayacağını ifade etti.

Aradan geçen zaman zarfında, ECT'den şüphesi olan ve ortada bir fayda varsa bunun plasebo etkisine bağlanması orektiğini söyleyenierin iddiası World Medicine dergisinde yııyınlanan bir makaleyle çarpıcı şekilde desteklendi. Maka, le bir ruh hastalıklan hastahanesine alınan yeni ECT makinasıyla ilgiliydi. Görünürde başarıyla işleyen makinanın aslında alındıktan beri çalışmadığı iki yıl sonra anlaşılmıştı.

Makalenin yazan belli sebeplerle adını ifşa etmemişti. Üç yil sonra World Medicine'ın editörü, yazara, anlattıklannın Atlantik'in iki yakasında da geniş yankı yaptığını, durumun tam olarak incelenebilmesi için adını ve hastahaneyi açıklamak isteyip istemedigini sordu. Yazar, Tıb Savunma Birligi'nin "isimleri açıklamanın yapılabilecek en akılsızca şey olacağını" bildirdigini yazdı. Bu sebeple editör, hikayeyi ECT'ye karşı delil olarak kullanacaklann bu hikayenin doğ-rulanmamış ve incelenmemiş bir anektod oldugunu kabul etmeleri gerektigine işaret etti. Yine de editörün yazılanlan kabul etmesi ve muhtemelen yazann özürüne inanması, hikayenin sahihliği yönünde bir delil teşkil ediyor. Anlaşılır biçimde, bu ve benzeri hikayelerin sebep oldugu kamuoyu rahatsızlığı 1970'lerin sonlarına doğru ECT'ye karşı bir kampanyaya yol açtığı ve Schrag'ın Mind Control adlı kitabında sunduğu türden delillerin kullamldığı kampanya, "Biri Gugukkuşu Yuvası'ndan Uçtu" adlı filmdenScientology Kilisesi'ne kadar alışılmamış bir ittifakla desteklendi.

Tenkitlerin en şiddetlisi, çeşitli kaynaklardan topladığı delilleri History of Shock Treatment -Şok Tedavisinin Tarihi- adlı kitabında toplayan Leonard Roy Frank'tan geldi. Frank kitabında, "genelolarak sonuçta ECT'ye atfedilen bütün olumlu etkilere rağmen, bu tedavi şekli tek tek kişilerde sıklıkla öyle zararlı sonuçlar doğuruyor ki, atfedilen bu faydanın dogrulanabilmesi için yüksek bir toplain başarı oranı gerekir" diyordu. 1970'lerin sonlarına gelindiginde ECT'ye . karşı muhalefet, doğru kontrollu denemeler için yapılanbaskıya direnmenin artık mümkün olmadığı bir seviyeye erişti.

Leicester'de düzenlenen "Kırkıncı Yılında ECT" konferansı-na sunulan ilk sonuçlardan sonra Bristish Medical Journal "ECT konusundaki şüpheletin kaybolmakta oldugunu", Lancet ise "sonuçların karmakanşık oldugunu" belirtti. Fakat BMJ'ın da yazdığı gibi bu verilerle karar verilerneyeceği kesindi. Sonraki denemeler de ECT yapılan hastaların durumunun kontrol grubundakilerden iyi oldugunu söylüyorsa da henüz bu yönde karşı çıkılamaz butarhhkta sonuçlar yok.

Yakın zamanlarda, kontrollu denemelerin doğruluğu ve g-enel olarak ECT konusu, Londra City Üniversitesi'nden profesör Douglas Gordon tarafından da sorgulandı. Gordon ECT'ye tamamen karşı olan biri değil; reddedilemez faydaları bulunduğuna inanıyor. Fakat her hastanın kafatası birbirinden degişik oldugu, hatta aynı kafatasında bile bir taraftaki .kemik diger taraftakinden on kat daha dirençli olabildiAi halde, verilen elektrik "doz"uyla kafatası kemiğinin kalınlık ve yoğunluğu arasındaki ilişkiyi inceleyen pek bir deneme yapılmadığından rahatsız olmuş. Diger bir ifadeyle sonuçların anlamlı olabilmesi için kafatası ölçümlerine göre uygulama yapılması şart.

Itinayla yapılan bütün denemeler ECT'nin faydalı olabildiğini göstermiş olsa bile yine bir soru kalacakti: Tedaviye uygun vakaların nasıl seçileceği. ECT taraftarları hep, bu seçme işinin gerekli oldugunu söylerler. Ne zaman ECT'nin etkinliği ve güvenilirliği lehinde konuşulsa bu "uygun seçilmiş vaka" tanımlaması eklenir. Peki, kendilerinin ECT için doğru seçilip seçilmedigini hastalar nereden bilecek? Psikiyatrist yılların tecrübesine ve hastaya yol gösterebilecek bir sezgi gücüne sahip olabilir, ama ya "bazı hastaların rastgele tedaviye alınacağı, geri kalanınsa kontrol grubu olacağı kontrollu bir denemeyi yürütüyorsa?"

Lökotomİ

Psikozların tedavisinde beyin cerrahisinin kullanılma hikayesi henüz tam anlamıyla yazılmadı. El altında bulunan, VII Schrag'ın özetiediği deliller, psikotiklerin kobay olarak kullanıldığı bir çeşit canlı teşrihin, tıb camiasının kontrol yokluğunda büyük ölçüde devam ettiğini gösteren ve insanı dehşete düşüren bir iddianame niteliğinde.

Beyin ön lobunun bir kısmının çıkarıldığı ameliyatın en çok uygulandığı dönem 2. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasıydı. Schrag bu dönemi anlatırken "şizofrerıiden röntgenciliğe, ihmalcilikten ilaç bağımlılığına kadar her şey için bu ameliyat yapıhyordu" diyor. Yalnız A.B.D.'nde elli bin ameliyat , gerçekleştirilmişti ki bunun dört binini tek cerrah yapmıştı. "Lobotomi' ameliyatının denenen çeşitli teknikleri vardı ve en dile düşmüş olanı "buz kıracağı" şekliydi. Biri hastanın başını tutarken beyin cerrahı bir aleti buz kıracağı gibi kafatasından içeri 'sokuyor ve bir çekiçle hafif hafif üstüne vuruyordu. Sonunda lobotominin hastalara faydadan çok zararı olduğu ortaya çıktı ama ameliyata son verilmedi. Yalnızca 'lökotorni' denen daha etkili ve dahagüvenli ameliyatın geliştirildiği söylendi (aslında bu da lobotominin değişik bir şekliydi). O zamandan beri daha karmaşık teknikler denendi; mesela bunlardan birinde beyne elektrodlar sokuluyordu.

, Ruh hastalıklarında uygulanan ameliyatın ilk şekillerinin zararlı ve yıkıcı olduğundan bugün şüphe edilmiyor: "Lobotomili" Sözü konuşma dilinde bazan "hayalet" gibi bir şey ifade ediyor. Ve her ne kadar daha yeni tekniklerin etkili ve güvenli olduğu söyleniyorsa da Schrag'ın da belirttiği gibi . A.B.D.'nde bu iddiayı test edecek sistemli hiç bir çalışma yapılmış değiL. Sonuçları 1978'de British Medical Journal da yayınianan ve ana amacı ameliyatın yaygınlığını tesbit etmek olan İngiltere'deki tek sistematik araştırmada: 1976'da kamuoyu tepkisi yüzünden (150'den 120'ye) düşmüş ameliyat sayısının geçmiş tecrübenin ışığında, tepkinin azalmasıyla birlikte tekrar artacığı öngörülüyordu. .

1981'de BBC'nin yayınladığı "Son Çare Cerrahisi" adlı programda yalnız bir tek cerrah ameliyatı savundu. Savunma endişe vericiydi, çünkü pek az hastayı taburcu olduktan sonra gördüğünü kabul etmek zorunda kalmıştı. "Her hastaya bilgi verilip ameliyat muvafakatı alındığına inanıyor musunuz?" şeklindeki bir soruya karşılık ta şu cevabı verdi:

"hastalar konuları tam anlayamadıklarından, muvafakat meselesi, gerçek olmaktan ziyade görünüşte bir problemdir.' 'Bağımsız değerlendirme' gibi bir fikre karşıydı.

Birkaç gün sonra başka bir cerrah tıbbi muvafakat ile kanuni muvafakat arasında gördüğü farkı açıkladı. Guardian muhabirine söylediği şuydu: "Bazı hastalardan kanuni muvafakat almak mümkün olabilir, ancak size sonradan ameliyat için teşekkür edip etmeyeceklerini sormak zorundasınız. Tam muvafakat almadığınız için yapamadıklarınız yüzünden ihmalkarlıkla suçlanma ihtimalini gözönünde bulundurmak da önemlidir." Bu açıklama, Kraliyet Psikiyatristler Koleji'nin .üyelerine, hastanın' ameliyatına karar vermeden, ayrı bir psikiyatristten de görüş istemelerini tavsiye eden duyurusuyla aynı zamana rastlıyordu. Kraliyet kolejlerinin, üyelerine talimat verme yönünde ne isteği, ne de gücü olmadığından bu duyur u bir tavsiye olarak kalmaya mahkumdur. Böyle talimat, doktorun inandığı tedavi şekline karar verme hakkıyla çelişirdi; bu tedavi şeklinin haklılığı klinik denemelerce doğrulanmamış olsa bile.

Ruh hastalıklarında cerrahinin sonuçları konusunda güvenle söylenebilecek tek şey, büyük ölçüde ameliyatı gerçekleştiren ekiplerin raporlarına dayanan bu sonuçların güvenilmez ve bazan da yanlış yönlendirici olduğudur. Schrag'ın kitabında bildirdiği bir vakada, daha önce iki ameliyat geçirip üçüncü ameliyatı reddeden ve intihar eden bir kadından bahsediliyor. Kötü son, ameliyatın reddedilmesine bağlandı-ğından doktorları "hoşnut" etmiş. Dokuz yaşındaki bir oğlan çocuğuyla ilgili diğer bir raporda, ameliyat öncesi yıkıcı ve sadist eğilimleri olan çocuğun ameliyat sonrasında davranış ve hafıza açısında dikkate değer bir gelişme gösterdiği söylenmiş. Gerçekteyse, IQ'su'115'ten 60'a inen çocuğun hatırla-ına yeteneği de harabolmuş.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp