İnsan Vücudu

İnsan vücuduna çok değişik açılardan bakma olanağı vardır. Tanrının en soylu yaratığı olarak hayranlık duyabileceğimiz gibi, ruhun tutsağı olarak hor görebilir, bir aşk şatosu olarak tapabilir, günahlarımızın kaynağı olarak korkabilir ya da üzerinde bilimsel çalışmalar yapılan bir nesne olarak gözlemleyebiliriz onu. Ancak tüm bu yaklaşımlarda da görülebileceği gibi, vücudumuza ilişkin her şeyin tutum ve isteklerimizi etkilediği kesin bir gerçektir.Çoğu toplumlar, insan vücuduna, özellikle de onun cinsel işlevlerine karşı bayağı olumsuz bir tutum gösterirler. Örneğin bu durum kendisini: "açık saçık uygunsuz giyim’, ‘kötü film ve kitaplar’ suçlamasıyla okullarda cinsel eğitimin yapılmasına karşı çıkma biçiminde gösterebiliyor.


Öte yandan, çıplaklık ve cinsellik salgınının uygarlığımızın temelini saran bir tehlike olduğu yaygın inanışı da etkin olmaktadır.Bununla birlikte, birkaç bin yıldır süregelen Batı uygarlığı, hiç kuşkusuz, her dönemde böyle sorunlarla boğuşmak zorunda kalmamıştır. Eski Yunanlılar ve Romalılar döneminde çıplaklık alışılmış, olağan bir görünüm taşıyordu. Atletler cimnazyumda çalışmalarını çıplak olarak sürdürürken, başta olimpiyatlar olmak üzere tüm spor karşılaşmalarında çıplak sporculara rastlanıyordu. Resmi ve özel kurumlar, çıplak erkek ve kadın yontularıyla, resimleriyle süslenirdi. Kısacası çıplaklık ve cinsel görünümler büyük bir hoşgörü ve beğeni dünyası içinde ele alınırdı.

Hermes ve Prlapus gibi Tanrıların yontuları, özellikle sertleşme halindeki penis, bereketin ve gücün simgesi olarak benimsenmişti. Cinsel organları simgeleyen sanatsa! biçimler bir şans ve süs eşyası olarak kullanılır, güldürü oyuncuları, kostümlerine bir de büyük peni3 ekleyerek sahneye çıkarlardı. Öyle ki, o dönemde günümüz ile karşılaştırılamayacak ölçüde az engele rastlanırdı.Bugün birçok insan bu talihsiz değişimin sorumluluğunu Hıristiyanlığın doğuşunda bulmaktadır. Hatta kimi Hıristiyan yazarlar, yazılarında bu gerçeği benimsemiş görünüyorlar.

Öte yandankimi görüşler de olayı epeyce basitleştirerek Hıristiyanlığın inşan vücuduna karşı tutumunun ancak birkaç yüzyıl öncesine inebileceğini, ondan önceki dönemlerde ise konunun kilisede aç:k bir biçimde ele alındığını söylemektedir bize. Örneğin, kendi kendine doyuma karşı değişmez ahlak anlayışı ya da çocuğun masum olduğu düşüncesi çerçevesinde, onun cinsel bilgilerden korunması gerektiği düşüncesi, 18. yüzyıldan önce izlenmemişti. 16. yüzyılın başlarında, HollandalI büyük hümanist Erasmus, çocuklar için cinsel bilgilerden tutun da, evlilik öncesi ve evlilikte cinsel bilgilere, gebelik, doğum, fahişelik, hadımlaştırma, cinsel uyarıcılar ve zührevi hastalıklara varıncaya değin tüm cinsel konuları işleyen yapıtlar veriyordu.

Ancak bu metinler daha sonraki yüzyıllarda çocuklar için fazla kapsamlı ya da uygunsuz yazılar olarak görülmeye başlandı.Günümüz kültüründe yaygınlaşan çıplak insan görünümüne karşı kızgınlık ya da utanma duygusu, gerçekte yakın zamanlarda ortaya çıkmıştır. Ortaçağ Avrupa'sında çıplaklık, bir ahlak sorunu olarak görülmüyordu.

Aileler aynı odada, çoğu kez aynı yatakta çıplak olarak yatıp kalkıyorlardı. Hanlarda ve başka konaklama yerlerinde yabancı konukların, hatta hemcins olanların birlikte uyumaları doğal karşılanırdı. Üstelik yatağını paylaşmak ya da giysilerini çıkarmak istemeyenlerden kuşkulanılır hatta hastalıklı oldukları dü. şünülürdü. Her yaşta erkek ya da kadın, dönemin gözde buluşma, söyleşme yerlerinde ya da hamamlarda çıplak olarak görülürdü. Özel kutlama günlerinde ise bir tören havası içinde güzel vücutlu kızların geçişleri izlenirdi.

Hatta kimi zaman rahipler bile dinsel törenlerde çıplak olarak görülebilirdi.Frengi salgınının görüldüğü 16 ve 17. yüzyıldan sonra orta sınıfların * doğuşuyla birlikte çıplaklık, yani müstehcenlik, açık sa- çıklık olarak nitelenmeye başladı. İnsanın bedensel işlevlerine karşı tüm tutumlar değişti. Artık yakın dostluklar, iğrençlik ve sağlıksız ilişkiler olarak değerlendiriliyor ve şiddetle karşı çıkılıyordu. Halkın aynı tabaktan yemesi, aynı bardaktan su içmesi uzun sürmedi. Parmaklar yerine çatal ve bıçak kullanılmaya başlanırken, var- lıklılar da geceleri yatmadan önce pijama ya da gecelik giyer oldular. Kişi hakları ve dokunulmazlığı gelişti. Önceleri aynı odada oturulup yatılırken, sonraları ayrı yatak odaları düzenlendi. Hamamlar kapatıldı, ırmaklarda ya da denizde erkekler ve kadınlar için ayrıayrı yüzme yerleri oluşturuldu.

Bir başka deyişle, artık eskinin, insan vücudunun işlevlerine olumlu yaklaşımı, yerini anlamsız bir fazilet yarışı ve gösterisine bıraktı. Hatta 19. yüzyılda toplum öylesine duyarlı bir hale geldi ki, kazara cinsellikle ilgili bir sözcük duyuisa hemen ona 'iğrenç!', 'lanet olsun!’ damgası vuruluyordu. Öyle ki, kaba et, göğüs, terleme gibi önemsiz sözlerin kibarca kullanılması bile hoş karşılanmazdı.

Artık insan vücudu dokunulmazlar listesine alınıyor, giderek bir tabu haline geliyordu. Batı uygarlığı, dünyayı ele geçirme çabası içindeyken de unutmadı fazilet dağıtmayı. Topraklarına el konulan halklara, üstelik onlarda çıplaklık bir yaşam biçimi olarak benimsenmiş olmasına karşın, zorla o 'ünlü' anlayışlarını aşılalamaya çalıştılar.

Günümüzde bile, geçmişteki bu olumsuzluğun etkisiyle kimi Afrika ve Asya ülkeleri, ‘uygarlaştırma’ adına, yurttaşlarını hiç de alışkın olmadıkları türden giysiler kullanmaya zorlamaktadır. Bir yandan da bu varsıl ülkeler ve Batılı ülkeler birçok açıdan eskinin hoşgörülü değer yargılarını uygulamaya da başlamışlardır. (Bu gelişmenin tartışmasını daha kapsamlı bir biçimde kitabın «Cinsellik ve Toplum» başlıklı üçüncü bölümünde bulacaksınız.)

Çağdaş toplum, bizi büyük ölçüde cinsel baskı altında tutarken, tüm insanlar için daha insanca bir yaşama doğru da önemli bir yardımda bulunmaktadır; insan vücudu ve işlevlerinin bilimsel keşfi.Eski ve yakın soylarımız bize biyoloji ve tıp konusunda çok az bir bilgi aktarmışlar, hastalandıkları zaman ise kocakarı ilaçlarına, boş inana ya da tümden büyücülüğe bel bağlamışlardır. Büyü ve gizemli şeylere duyulan inançlar, aynı zamanda onların cinsel ve üreîimsel yaşamlarını da yönlendirmiştir. Örneğin 'aşk iksiri’ ile çoğu erkek ve kadın, hiç istek duymasa bile eşinin kalbini kazanacağına inandırılmıştır.

Bir başka inanışa göre, gebe kadın, düşünde biriyle birleşirse, bu çocuğunun kör doğacağı anlamına geliyordu. Kan dolaşımı, hormonlar, erkek ve dişi üreme hücreleri (sperm ve yumurta) vb. çağdaş buluşlar üzerine herhangi bir bilgisi yoktu halkın. Birçok saygın bilimadamı, yalnız erkeklerde değil, kadınlarda da meni benzeri bir salgının bulunduğunu, vajinada döllenmenin olabilmesi için de bu sıvıların karışımının zorunlu olduğunu savunuyordu. Ayrıca dölütün yaşamaya başlaması, gebeliğin beşinci ayında anne karnında tekmelerin duyulduğu sırada gerçekleşiyordu onlara göre.Daha sonra bu ve benzeri yanlış anlayışlar çağdaş bilimin gelişmesiyle etkilerini yitirmiştir.

Ancak günümüzde görülen olgular da öyle çabucak ve kolayca ortaya çıkmamıştır. Kimi biyolojik yasalar ve hastalıkların kesin nedenleri yüzyıllardan beri sabırla sürdürülen gözlemler sonucunda aydınlanmıştır. Sonunda, bilimsel araştırmalar insanları öylesine beklenmedik sonuçlarla karşı karşıya bırakmıştır ki, bunları benimsemekte oldukça güçlük çeKmiş- ler, hatta bir süre yadsımışlardır da. Gerçekte bilimsel gelişmeler salt bu sonuçlarla kalmamış, bizim geleneksel düşün biçimlerimize dahası, yaşama biçimimize de meydan okumuştur. Son zamanlarda bunun çarpıcı bir örneği, laboratuvarda insanın cinsel tepkilerinin gözlemlenmesi sırasında yaşanmıştır.

Bu buluşlar, çok yaygın varsayımların çürütülmesiyle sonuçlanmıştır. Bir örnek verelim : Kadının cinsel kapasitesinin en az erkeğinki kadar, hatta bazı görüşlere göre erkeğinkinden de fazla olduğu savı ortaya atılmıştır. Açıktır ki, böyle bir anlayış cinsiyetlerarası ilişkilerin tümden gözden geçirilmesini gerekli kılabilir. Bu ya da başka önemli gözlemler, çok derin toplumsal değişimlerle de sonuçlanabilir.Böyle değişmeler gereklidir belki, ama ne yazık ki hoşgörüyle karşılanmıyor her zaman. Nitekim bilimsel gözlemler bu türden tepkiler ve karşı durmalarla çok karşılaşmıştır tarihte.

Bilimadamiarı ne zaman basmakalıp düşüncelerden kuşkulansa ya da bunların yanlışlığını göstermeye kalkışsalar, kendilerine toptan karşı çıkılmış, dahası, zaman zaman alaya bile alınmışlardır. Zaman zaman da bu buluşları ortadan kaldırılmaya çalışılmış ya da hor görülmüştür. Kimi toplumlar yalnız buluşlara değil, bilimin kendisine de sert tepkiler göstermiştir. Bugün bile pek çok İnsan, yaşamın gizemlerini ortaya çıkaran bilimadamına karşı içgüdüsel bir tepki ve saygısızlıkla karşı çıkmaktadır.Gerçekten de, bilimsel yaklaşımın, şimdiye dek yüceltilerek kut sollaştırılan nesnelerin büyüleyici şalını sıyırıp attığı için toplum da sarsıntılara yol açtığı yadsınamaz.

Gerçekte bilimsel çalışmaları görkemleştiren ve böylesine önemli değişimler sunmasına yol açan, onun incelediği nesneye karşı önyargısız, herhangi doğru olmayan bir bilgiye uzak duran yaklaşımıdır.Bu kendine özgü nesnel tutum; özel bir duyarlık, bir aydın aı- siplini, özel bir düşünme yetisi, yani çağdaş bir yaklaşım ister. Ortaçağda, Antik Yunan ve Roma’da insan kendisini dünyanın ayrılmaz bir parçası olarak görür ve kendisini ondan ayırmak istemezdi. Bu haliyle o, ahlaksal ilgi ve duygularını bastırmıyor, ancak tüm kişiliğiyleher şeye tepki duyuyordu. O, güneş, dünya ve tüm yıldızların çevresini sardığı evrenin merkezinde yaşadığına inanmakla kalmaz, bu evrende yaşayan her şeyin, kendisi için kişisel anlamları olduğunu ve bunların her nasılsa kendi yazgısıyla ilgili bulunduğunu da kabul ederdi.

Kimi olaylar karşısında bunu Tanrıların ya da Tanrının, kendisini ödüllendirmek ya da cezalandırmak için yaptığını söylerdi. Örneğin, sağlık dürüstlüğün ödülü, hastalık da günahın bedeli olarak değerlendirilirdi. Kuralcı ve nedensel yasalar arasında herhangi bir ayrım söz konusu değildi. Doğa yasası. Tanrısal irade tarafından oluşturulmuştu. Yorumu da doğruluğu da tekti.

Doğa yasası, Tanrının isteğine göre işliyordu. Çağdaş bilimin başlangıcı, tarihte açıklama ve doğruluğun ilk ayrıldığı zaman olarak kabul edilebilir. Sağlık ve hastalık gibi, güneş ve yağmur, iyi ve kötü ürün, insanın her zaman görülen davranışları ve ahlaksal tutumlarına göre bir ödül ya da ceza olarak dikkate alınıyordu. Bilim, işte insanın üstündeki tüm bu doğaüstü etkileri ve anlamlan çürüttüğü zaman olası göründü. Bundan sonra da doğa ve benzeri konular üzerine herhangi bir Tanrısal yorum ve insan ilgisine başvurmaksızın çalışmalarını sürdürdü.Bilimadamı, insan bedenine nesnel, yansız bir anlayışla yaklaşır.

Yani tam anlamıyla gözlemlenebilir, ağırlığı ve uzunluğu belirlenebilir bir nesne olarak görür onu. Bedenin güzelliği, günahkârlığı, hatta sağlığı, onun bilimsel yaklaşımı dışında kalır. Amacı, iyi ya da kötü olmasına kafa yormaksızın, yalnızca incelediği nesnenin işlevlerini anlamaktır. Değerini değil, olgunun kendisini inceler. Başka bir deyişle, bilimadamı bedenin ne olacağını kurallaştırmaya değil, ne olduğunu tanımlamaya çalışır. Bedende bir hastalık görürse, bu hastalığın belirtilerini çıkarır ve nedenlerini araştırmaya koyulur. Böylece üzerine düşeni yapmıştır.

Hastalığın iyileş tirilmesi başka uzmanların işidir artık. Gerçekte, günümüzde tan, ve iyileştirme, tek kişi eliyle yürütülmektedir. Bu görevi bir dok tor üstlenmektedir genellikle. Ancak iyi bir doktorun iki ayrı işlevi yerine getirdiğini bilmesi ve kimi durumlarda onları birbirinden ayırması gerekir. Bir bilimadamı olarak sürekli yoğun biçimde içilen sigaranın hastayı ölüme sürükleyebileceğini bilmeli, bir iyileştirici olarak da ona sigarayı bırakmasını öğütlemeüdir. Bu öğüt yaşamın, sigaradan alman hazdan daha değerli olduğu yargısı üzerine kurulacaktır kuşkusuz. Bununla birlikte hasta, sigara içmeyi sürdürüp kendisini ölüme teslim ederse, doktor, ölen bir adam üzerinde yalnızca sigaranın etkisini gözlemleyen bir bilimadamı olarak rolününkısıtlandığını görecektir. (Bunun en çarpıcı örneği, ünlü psikanalist Sigmund Freud'un durumudur.

Freud, bir biiimadamı olarak sigaranın kendisini ölüme götüreceğini biliyordu. Ancak bir iyileştirici olarak onu bırakmadığı sürece, bilgisinin hiçbir yararı olamazdı kendisine. Hasta olarak yadsıdı istenileni ve sonuçta çene kanserinden öldü.)Olayları bilimsel açıdan değerlendirmek, bilimle uğraşmayan kişilere güç gelmiştir oldum olası. Özellikle çağdaş bilimin henüz geliştiği yıllarda halkın büyük çoğunluğu vurdumduymazlık içinde, bilimadamlarının araştırdıkları konular üzerinde ahlaksal yargıların kısıtlayıcılığını dikkate almasını yanlış anladı.

Örneğin, 16. ve 17. yüzyılda, bilimadamları, insanın anatomik yapısını incelemek için cesedi parçalara ayırmak gerektiğini söyleyince herkes dehşete düştü. Hiç kimse bilimsel çalışmalar için bllimadamlarına ölülerini vermeyi düşünmediği gibi, bu tür çalışmaların yasaklanması için de ellerinden geleni yaptılar.

Sonuç olarak pek çok anatomisi, çalışmalarını büyük gizlilik içinde sürdürmek zorunda kaldı ve mezarlık ya da darağacından ölü alabilmek için büyük paralar ödedi. (Günümüzde de kimi cinsel araştırmalar gizlilik içinde başlamış, üzerinde çalışmalar yapılan sokak kadınlarına da yüksek ödemelerde bulunulmuştur.) Bütün bu engellemelere karşın, yüzyıllarca süren çalışmalar en sonunda meyvesini vermiş, insan vücudunun kapsamlı bir biçimde gerçekleştirilen incelemesi, başka çalışmalara da sınırsız olanaklar kazandırmıştır. Bilimin kendisi büyük yansızlık ve nesnellik içinde olmasına karşın, bilimsel bilgilerin ahlaksal amaçlar için kullanıldığı da olmuştur.

Bu yüzden, hastalıkların iyileştirilmesi ve önlenmesinin önemi tartışılmaz ama, bu alanda insanın gizilgücü- nün gerektiği ölçüde kullanılmasını engelleyen dar, boş inanç lardan ve anlamsız korkulardan sıyrılıp özgürce davranabilmek de zorunludur.Bilim, her bir buluşuyla insanın geleceğini yönlendirmekte ve onun yeteneğine katkıda bulunmaktadır; bü yüzden tüm insanlık, derin bir saygı duyuyor bilime. İnsanlığa yaptığı hizmetler için de minnet duygularımızı sunuyoruz ona.Cinsel araştırmalar alanında son on on beş yılda çok çaroıcı gelişmeler görülmüştür. Hemen hemen her gün, üremenin işlevleri ve cinsellik anlayışı üzerine yeni görüşler ileri sürülmektedir.

Geçmişte bunlar birbirine sıkı sıkıya bağlıydı ve üstelik pek bir şey bilinmiyordu. Bu yüzden, insanların denetimi de sınırlı kalıyordu.Cinse! ilişki üremeye yol açıyor ve birleşme olmaksızın üreme de gerçekleşmiyordu. Çiftlerin sınırlı sayıda çocuk sahibi olabilmelerinin yolu, cinsel perhizden geçiyordu ; ancak bu da pek kolay olmadığından, doğan çocukların sayısı bile unutuluyordu neredeyse.

Öte yandan, çok sayıda doğum yapan kadınlar da çoğu kez ölümle burun buruna geliyor, yaşamlarını yitiriyorlardı. Bir türlü çocuk sahibi olamayan çiftler ise kısırlıklarını alınyazıları olarak görüyorlardı. Zamanla, üreme bilinçli bir seçim anlayışıyla birleşti. Yani bilimadamlarının üreme olayını kavramaları, gebeliği önleyici yöntemlerin gelişmesini sağladı. Günümüzde, istenmeyen gebelikler kolayca önlenebiliyor artık.

Bundan başka, eskiden umutsuz bir sorun olan kısırlık, şimdi başarıyla iyileştirilebiliyor. Günümüzde, çocuk sahibi olma, herhangi bir birleşme olmaksızın, yapay döllenme yoluyla da sağlanabilmektedir. Cinsellik ve üremeye ilişkin konuları birbirinden tümüyle ayırmanın zamanı gelmiştir.Bu çağdaş gelişmeler, tam bir cinsel eşitlik için güçlenen istemi destekleyerek büyük toplumsal sonuçlar doğurmaktadır. Cinsiyetler arasındaki biyolojik ayrımlar, kadın ve erkeği farklı toplumsal rollere zorlayıcı yargılar olarak kullanılmaktadır çoğu kez.

Böylece erkekler, 'Kadının görevi yuvasından ayrılmamaktır, onun yeri çocuğunun yanıdır, bu görevi doğa yüklemiştir ona' zihniyetini benimsemektedirler. 'Bu doğal görev dışında herhangi bir göreve yönelmek doğru değildir.

’ (İşin garip yanı, babalık, açıklanmayan aynı doğal nedenlere boyun eğmeyi hiç uygun bulmamıştır.)Bununla birlikte, kadınlar bu kaderci anlayışın kabuğunu kırarak, bu görevi yapıp yapmamayı gönüllerince, özgürce belirlemeye başlamışlardır artık. Öte yandan, toplumdaki genel değişiklikler de kadınların sözde 'doğal' görevlerinin ne anlama geldiğini daha geniş bir biçimde gösterdiği içindir ki, günümüzde bu düşünce, daha çok kaba, ayrıcalıklı konumlarını haklı çıkarmaya çalışan erkek ideolojisi tarafından yayılıyor.Bu olguya hangi gözle bakarsak bakalım, sürdürülen bilimse! araştırmalar, şimdiki inançlarımızın çoğunu çürütecektir er geç.

Özellikle cinsellik konusu gündeme gelince, ne denli nesnel ve yansız olmaya çalışırsak çalışalım, hâlâ kimi önyargıların etkisinden kurtulamadığımız apaçık görülmektedir. Dahası, çoğu kez gözlemlerimizin henüz bilmediğimiz önyargılar ve açıklığa kavuşmamış ahlaksal varsayımlar tarafından nasıl biçimlendiğini göremiyoruz. Öz- cesi, şu meraklı yanımız, doğuştan geldiğini sandığımız birtakım yan-Iış alışkanlıklarla kuşatılmıştır. Oysa biz uzun bir deneyimden geçerek gelen çağdaş bilimin, tam bir kesinlik ve nesnellikle kişisel ilgi ve isteklerimize en iyi biçimde hizmet edebileceğini görmeliyiz.

Bilim, insanın üzerinde çalıştığı her şeyin insan açısından, Tanrısal görünüşünü çürütmeye başladığı zaman boy attı. Bu aykırı görünen yaklaşım, sonraları daha derin anlayışlara kapılarını açmıştır. Ama bu dar kişisel isteklerimizi aşmaya yönelirsek, öz gerçeğimizi bulacağımız konusunda umutlanabiliriz. İşte ancak o zaman gerçek anlamda kavuşabiliriz özgürlüğe.Bilimin yardımlarıyla, insan vücudunun işlevlerinin ne olduğu konusundaki doğruları eskisinden daha fazla insana ulaştırdığı içindir ki, kitle iletişim araçlarına ve çalışanlarına minnet duyuyor, teşekkür ediyoruz.

Artık pek çok insan, eski çağların doktorlarından daha fazla anatomi ve fizyoloji bilgisi edinmiştir. Ama bu insanlar, ne denli kuramsal bilgileri olursa olsun, herhangi bir hastalığa kolayca yakalanabilmededirler. İnsan vücuduna yaklaşımda soylarından c/rılıyorlar; yani kendi bedenlerine karşı bir soğukluk duyuyor, alışılmamış ve yabancı bir nesne olarak görüyorlar onu. Çağdaş kafalı insan ise, kendi bedenine bilimsel açıdan yaklaşabilmekte, geçmişin tüm verilerinden yararlanmasını becerebilmektedir.Günümüz sanayi toplumu, hepimizin üzerinde bir disiplin kurmaya çalışmaktadır. Bunun etkisiyle olacak, çoğu kez duygularımızı dile getirmeye, dürtülerimizi izlemeye ya da enerjimizin zevklerimize göre yönlendirilmesine yanaşmayız pek. Tam tersine, işimiz söz konusu oldukta, hemen düzenli ve belirgin bir dinlenme ve zamanı ayarlamak için geliş-gidiş çizelgesi çıkarmaya koyuluruz.

Yani içimizde doğan istekleri bir anda bastırıverir, duygularımızı tekdüze bir ortamda körletiriz. Özcesi, kendimizi iş yaşamının düzenli işleyen aygıtlarına dönüştürme çabası içinde buluruz. Sonuçta, insan vücudunu bir robot, bir makine gibi kullanıp, bu vücut— makine’nin tüm işlevlerine ilişkin artan bilgi ve anlayışımızı da onun verimlilik hanesine yazmaya başladık.

Ne yazık ki, çoğu insanın bu tutumu cinsel ilişkilerine de yansımaktadır. Bu, gençliklerinde, bedensel bakımdan dinç oldukları yıllarda daha açık bir biçimde gösterir kendini. Bu insanlar çoğu kez yeni bir yemek rejimine, yeni bir ilaç denemesine, ya da yeni bir alet kul. lanmaya, özcesi, cinse! güçlerini artıracağını umdukları her uygulamaya büyük bir istekle sarılırlar. Dahası, kendilerini herhangibir okuyucu olmaktan kurtaracağını, usta bir âşık düzeyine yükselteceğini umdukları sayısız seks kılavuzunu, aşk ve cinsel teknik konulu kitapları da ellerinden düşürmezler.Yadsımayalım, pek çok yararı olabilir bu tür kitapların.

Yüzyılların baskısından sonra, insanın cinsel işlevinin açık bir tanımı ve olası cinsel ilişki biçimlerinin gösterilmesi, gereksiz ve anlamsız yasaklarla kuşatılan erkek ve kadının, az da olsa özgür davranmasını sağlayabilir.Ne yazık ki, bu başvuru kitaplarının pek çoğu, cinsel mutluluğun bir hüner işi olduğunu söyler ve atletik bir yetenek gerektirdiği biçiminde yanlış bilgiler taşıdığından, çiftlerin olumsuz bir görüş edinmelerine yol açar. Çiftler, bu yanlış bilgilerden hareketle, cinsel işlevlerini değerlendirmeye kalkışırlar ve «demek ki yetersizmişiz» kanısına kapılarak, cinsel işlevlerinin artık sona erdiğine inandırırlar kendilerini. Gerçekte cinsel hünerlerini ustalıkla uygulayabilen, hatta en önemsiz bir hareketi bile kaçırmayan pek çok insan, doyuma ulaşamama sorununu çözemeyebilir. Nitekim, mekanik yaklaşımların yol açtığı birçok cinsellikten uzaklaşma olayına rastlanmıştır.

Son yıllarda, özellikle gençlerin mekanik yaklaşımlar sonucu yıkıma sürüklendikleri ve insan vücuduna karşı isteksiz bir tutum takındıkları saptanmıştır. Ancak gençler de sevgi ya da algılarını çarpıtan disiplin ve yarış (rekabet) toplumunun gerçeklerini anlamaya başlıyor ve dikkatli bir çabayla eski dönemlerin tensel ya da duyusal yanlarını yeniden kazanmaya çalışıyorlar. Böylece, vücutlarını herhangi bir sömürü söz konusu olmaksızın, geçmişleriyle kurdukları çok yönlü bağlarla değerlendirecek ve benimseyecek bir olgunluğa ulaşıyorlar.Bugün çok sayıda genç erkek ve kadın, hiçbir sıkılma duygusuna kapılmaksızın, çıplak insana bakabilmekte, dahası, çıplaklığı günlük yaşamın kanıksanmış bir olayı olarak görebilmektedir.

Her şeye karşın, insan vücuduna, özellikle onun cinsel işlevlerine karşı kötü gözle bakmanın yaygın bir biçimde sürdüğünü de unutmamalıyız. Bu görüşü taşıyan insanlar salt eskinin erdemlilik taşıyanlarıyla sınırlı kalmıyor, davranışları psikolojik olarak yanlış yönlendirilmiş ya da bu konuda hiçbir bilgisi olmayanlara dek uzanıyor.Konuya bakışımızı sınırlandıracak olursak, özgürce bir öneride bulunmak ve içtenliğin yarattığı yeni durumun havasından yararlanmak, doğru ve gerekli görünüyor bize.

Aşağıdaki sayfalarda, insan vücudunun cinsel görünümüne, özellikle erkek ve kadının cinsel organları, çocuk düşürme, cinsel tepkiler, üreme ve gebelikten korunma konularına ilişkin kimi temel bilgiler bulacaksınız. Buna ek olarak, normal cinsel işlevin bozulmasına yol açan kimi bedensel düzensizlikler üzerine bilgiler de yer almakta. İnsanın cinsel davranışlarının ruhbiiimsel açıdan çözümlenişi, «İnsanın Cinsel Davranışı» adlı ikinci bölümde yer akyor.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp