Her Hastalığın Çaresi Vardır

Her Hastalığın Çaresi Vardır :

İYİLEŞMEYECEK HASTALIK YOKTUR...


“Uygarlik HASTALiKLARi”nın nedenlerini araştırmaya başlamadan önce, sizlere farklı zamanlarda ve farklı yerlerde yapılmış iki bağımsız araştırmanın sonuçlarını takdim etmek isterim. Bu araştırmalar, Doğu tıbbının tavsiye ettiği şekilde ölçülü yemekten hiç kimsenin ölmediğini, buna karşılık aşırı yemenin pek çok erken ölümün nedeni olduğunu şüpheye yer bırakmayacak kesinlikle doğrulamıştır.

Dünya Sağlık Örgütü’ne bağlı bir komisyon birkaç Tibet manastırında bazı araştırmalar yaptı.

Bu manastırlarda yaşayan ve kimileri epey yaşlı olan rahiplerin yüzde doksanı bu araştırmalar kapsamında muayene edildi. Sonuçta, yaşlarından bağımsız bir şekilde, rahiplerin fiziksel açıdan formda ve neredeyse tamamen sağlıklı oldukları ortaya çıktı. Olguların yüzde altmışında diş çürümesine, dolaşım bozukluğuna ve sindirim sistemi rahatsızlıklarına hiçbir şekilde rastlanmadı.Bu manastırlarda yaşayan rahiplerin beslenme rejimleri oldukça sadedir. Manastırlarda buzdolabı ya da doğal gazla çalışanocaklar bulunmaz. Et, rafine edilmiş yiyecekler ve şeker asla tüketilmez. Mönülerindeki ana besinler arpa çöreği, bitki çayları ve duru sudur. Yaz mevsiminde beslenme rejimlerini turp, havuç ve pirinç zenginleştirir.

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre süt, et ve rafine edilmiş yiyecek tüketiminin en fazla olduğu ABD, Almanya veya Fransa gibi gelişmiş ülkelerde genel sağlık düzeyi çok daha kötü durumda.

ABD’de her üç aileden ikisinde kanser vakası yaşanıyor. Her beş kişiden ikisinde kalp hastalığı ve buna bağlı ölüme rastlanıyor. Çok sayıda insan da şeker hastalığından mustarip. Toplam nüfusun yüzde on dokuzu ise kronik hastalıklara yakalanmış durumda. Bu da, neredeyse her beş kişiden birinin kronik bir hastalığı olduğu anlamına gelir.

Almanya’da, nüfusun yüzde yirmisi şeker hastası. Sekiz-on altı yaş arasındaki çocukların yüzde yirmisinde hem fiziksel olarak hem de zekâ açısından gelişim bozukluklarına rastlanıyor. Roma- tizmal hastalıklar ve eklem yangıları ise nüfusun yüzde on beş ila on yedisini etkiliyor.

Fransa’da nüfusun yüzde on beş ila yirmisi alerjilerden mustarip. Ülkede işitme ve görme sorunları olan, on sekiz yaşın altında dört yüz elli bin çocuk var. Altı yaş ve altındaki bir buçuk milyon çocuk astım hastası.

Gelişmiş sanayi ülkelerinde, herhangi bir sağlık sorunuyla doğan çocukların oranı son yirmi beş yıl içinde iki kat artmış durumda.Anlaşılacağı üzere, mezarlarımızı kazmak için çatal kaşıklarımızı çokça kullanıyoruz.

Çok sayıda araştırmacı, bildiğimiz soğuk algınlığına neden olduğu varsayılan, ele geçirilmesi zor mikrobu tespit edip incelemeye çalışmıştır. 1940’lı yıllara kadar bilim insanları bu araştırmaların bir sonuca ulaşamayışını mikrobun mevcut mikroskoplarla görülemeyecek kadar küçük oluşuna bağlamıştı. İlerleyen zamanlarda elektron mikroskobunun icadının da aralarında bulunduğu görkemli teknik gelişmelerse bu durumu değiştirememişti. İleri optik ekipmanlar yüzlerce yeni mikroorganizmanın keşfedilmesine olanak sağlamış olmasına rağmen, hiçbiri soğuk algınlığının nedenini tespit etmeye yetmemişti.

Günümüzde, iki yüzden fazla virüs türünün soğuk algınlığına neden olduğu söylenir.

Rhino virüsler, corona virüsler, adeno virüsler, coxsack virüsler, gribe neden olan influenza A ve B virüsleri de dahil olmak üzere orthomyx virüsler, paramyx virüsler, entero virüsler... Liste böyle uzar gider. Yine de, yetişkinlerin yakalandığı soğuk algınlıklarının yüzde otuz ila ellisinin nedeni tanımlanamadan kalır.

Soğuk algınlığına yol açan mikrobu neden teşhis edemiyoruz? Çünkü böyle bir mikrop yoktur da ondan! Bu mikroorganizmaların her biri, soğuk algınlığına yakalanmış gövdenin salgıladığı mu- kusla beslenir. Hatalı beslenme alışkanlıkların bir sonucu olan bu mukus, vücutta her zaman vardır.

Bahar ve güz aylarında, vücut barındırdığı mukusun fazlasını atmak suretiyle kendini temizlemeye başlar. Mikroplar da işte tam o zaman ortaya çıkar ve mukusu çözündürmek, tahrip etmek ve ortadan kaldırmak suretiyle vücudun kendini temizlemesine yardım eder. O sırada biz ne yaparız? Mikropları ortadan kaldırmak için ilaç alırız.

Böylece, bize yardım eden organizmaları öldürür ve mukusun da vücudumuzda kalmasına izin veririz! Bir süre sonra yeniden hasta olup gribe ya da soğuk algınlığına yakalanırız. Sorunun kökeni aynı kalır, yalnızca mukustan beslenen mikroorganizmanın türü değişir.

Her bahar ve güz, çok sayıda insan salgın derecesinde burun akıntısından, kemik ağrılarından ve soğuk algınlığının diğer belirtilerinden yakınır. Mikropları kırmayı amaçlayan ilaçların çeşidi ve sayısı her geçen yıl biraz daha artar. Mikroplarsa, çok küçük olmalarına karşın, aptal değildir.

Yaşamak isterler ve geliştirdiğimiz ilaçlara karşı bağışıklık kazanmanın yollarını bulurlar. Bu tür “savaş”ların sonucunu tahmin etmek için peygamber olmaya gerek yok. Ne kadar güçlü ve etkili ilaçlar geliştirirsek, mücadele etmek zorunda kalacağımız mikroplar da o denli korkunç ve zararlı hale gelirler.

Bu durumda, savaşın kaybedeni kim olur?


Elbette ki biz oluruz! Üstelik bütün ilaçlar, en güvenilir kabul edilenleri bile, yan etkilere neden olur.O halde soğuk algınlığının nedeni nedir? Soğuk algınlığının nedeni, vücudumuzda biriken atıklardır.

Eğer bu atıkları vücudumuzdan atma becerimiz yetersizse, kalınbağırsak bu pisliğin biriktiği bir depoya dönüşür. Bu atıklar oradan bütün vücuda dağılır ve zararlı bir sümüksü madde oluşturur. Zehirli sümüksü maddenin miktarı tehlikeli boyutlara ulaştığı zaman vücudumuz burun yoluyla mukusu atarak kendisini temizlemeye çalışır.

İşte bu, bizim soğuk algınlığı dediğimiz şeydir. Virüs ve bakteriler mukusa hücum ettikçe ateş ve iltihaplanmalara neden olurlar. Bunlar, üzerinde düşünülmesi gereken gerçeklerdir.

Hastalıkların pek çoğunun hatalı beslenmeden kaynaklandığına ikna olabilmeniz için Hindistan’ın Hunza Vadisi’nde yaşayan insanların ortalama ömür sürelerini düşünelim derim. Burada yaşayan yüz yirmi bin kişinin ortalama yaşam süresi yüz yirmi yıldır.

Peki, bu insanların sırrı nedir?On beş yıl boyunca Hunza Vadisi’nde yaşamış İskoç doktor Sir Robert McCarrison, burada yaşayan insanların ömürlerinin uzunluğundaki en önemli etmenin beslenme rejimleri olduğu sonucuna varmıştır. Hunza Vadisi sakinleri vejetaryendir. Yazın taze meyve ve sebze, kışınsa daha çok tahıl filizleri, kayısı kurusu ve koyun peyniri tüketirler.

McCarrison, beslenme rejimi ile yaşam süresinin uzunluğu arasındaki ilişkiyi kesin olarak anlayabilmek için yurduna döndükten sonra hayvanlar üzerinde bir dizi deney yapmıştır. Bir grup hayvan sıradan bir Londralı ailenin beslenme rejiminde yer alan beyaz ekmek, ringa balığı, konserve ve pişirilmiş sebze gibi yiyeceklerle beslenmiştir. Bu beslenme rejimi hayvanlarda “insana özgü” çeşitli rahatsızlıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

“Hunza Vadisi beslenme rejimi”nde yer alan yiyeceklerle beslenen diğer hayvan grubu ise deney süresince sağlıklı kalmaya devam etmiştir.İklimin yaşam süresi üzerinde etkisi olduğu düşünülebilir. Ancak, Hunza Vadisi’ndekine benzeyen iklim koşullarında yaşayan başka insanların pek çok sağlık sorunundan mustarip olmaları ve yaşam sürelerinin Hunza Vadisi sakinlerine kıyasla iki kat kısa olması kayda değer bir konudur. Beslenme rejimi sağlıksız oldukça, dağ havası hastalıklardan korunmaya yetmiyor.

Kendilerine komşu olan etnik grupların tersine, Hunza Vadisi sakinleri tıpkı beyaz ırka benziyor. Tarihçiler Büyük İskender’in seferleri sırasında İndus Vadisi’ne yerleşen tüccar ve askerlerin buralardaki kabile toplumlarını oluşturduğu yönünde teoriler ileri sürmüştür. Bu, doğru düzgün beslendikleri takdirde beyaz ırktan olanların da uzun yaşamasının mümkün olduğunu gösterir.

Hipokrat, “Bütün hastalıklar vücudumuza ağız yoluyla girer” demiş. Bu çok zekice gözlem birkaç bin yıl önce yapılmış olmasına rağmen, onu dikkate almakta gönülsüz davranmaya hâlâ devam ediyoruz.

Bunun neden böyle olduğunu sık sık merak etmişimdir. Acaba Hipokrat insanların dikkatini çekecek kadar yüksek sesle söylemedi mi bunu? Kötü beslenme alışkanlıkları kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Bahane olarak zor zamanlarda yaşıyor oluşumuzu gösteriyoruz. Ya da uygarlığın sırtımıza ağır yükler yüklediğini. Ancak, işin aslı, üzerimize binen yükün kaynağı aşırı kilolarımız, tembelliğimiz ve vücudumuzun işlev görmesini sağlayan fizyolojik kuralları dikkate almayışımızdır.

Karmaşık ekonomik sorunlarla nasıl baş edeceğimizi, bilgisayarları nasıl kullanacağımızı ya da binlerce bağlantısı bulunan elektronik aygıtları nasıl tamir edeceğimizi biliyoruz. Buna karşılık bir günde kaç kere idrara çıktığımız ve idrarımızın renginin nasıl olduğu gibi basit sorulara cevap veremiyoruz. Kendimiz için neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu anlayabilmek, vücudumuzun işlevlerini gözlemlemekten geçer. Sağlığımızı iyi bir şekilde korumanın temel koşulu budur.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp