Çifte Bağ

Çifte Bağ :

Bu kanaat, yüksek kan basıncı hakkında 'organizmanın faydasına çalışan fizyolojik bir mekanizma' olabilir diyen Sir James Muchenzie tıu: teorisini çağrıştırıyor. Şizofreni, kişinin katlanılamaz bazı hissi durumlardan kaçmasına imkan tanımak için önceden ortaya çıkan bir kurtarma mekanizması olabilir mi? Ian Stevenson, ilk psikanalistlerden bazılarının, şirret ve toy bir annenin çocuğunu hasta edebi leceğini düşündüklerini hatırlatarak şöyle diyor: 'Hatta bir zamanlar "şizofrenojenik anne" deyimi revaçtaydı. Ama bu deyim bence, annelerin çocuklarına husumetinden ziyade psikolog ve psikiyatristlerin bu annelere husumetini ifade ediyor.' Ancak bu arada, böyle bir teorinin daha karmaşık bir uyarlaması Palo Alto'daki Veterans' Administration Hastahanesi'nden Gregory Bateson ve arkadaşları tarafından teklif edilmişti.

"Çifte bağ" hipotezi, kişilerin, çocuklar ve adolesan ça-ğındakilerin, kendilerini, ne yaparlarsa yapsınlar işin içinden başarıyla çıkamaz buldukları, "ben kafaları kazanıyorum, siz kuyrukları kaybediyorsunuz" klişesine uygun düşen durumlarla şizofreniyi biribirine bağlıyor. Bu ünlü klişeye uygun ruhi durum Ronald Laing'ui yazılarıyla geniş bir kitleye tanıtılmıştı. Laing'e göre, bir çocuk düzenin ve duygu larının biribirine zıt istekleriyle bir 'mistifikasyorıa uğrayabilir ve sezgisiyle annesinin kendisine güceridiğini anlayarak kendisi de ona gücenebil'ir; böyleyken ikisi de duygularını açıkça ifade edemezler, zira şartlanmışhğm gücüyle ikisi de bu duygunun şuurunda değildir. Anneler çocuklarını 'severler'! Çocuklar annelerini 'severler'! Bunun dışında bir şey dü-şünmek kabul edilemez. Böylece kendini kandırmayla süren 'ince' bir kandırmacaya yol açılır. Bu oyunda anne 'Yorgunsundur canım, hadi yat artık' dediğinde aslında 'Hadi başı mdan git' demek istiyordur. Ya da 'kendi iyiliği için' denen suçlama ve cezalandırmalar aslında sırf annenin (babanın) sadist güdülerini tatmin etmek üzere ortaya çıkarlar. Böyle durumlarda bazı çocuklar isyan ederler; çoğu kabullenip danışıklı dövüşe devam eder; ama bir kısmı da 'gerilimden çatlar.' Laing, Tavistock Enstitüsü'nden A. Esterson ile birlikte, çifte bağ teorisinin doğruluğunu test etmek için, Londra civarındaki ruh hastalıkları hastahanelerinde yatan şizofreni teşhisi konmuş 15-35 yaşları arasındaki kırk iki hastayla çalıştı. Yaptıkları psikoterapi, 'şizojenik' diyebileceğimiz ileti-şim modellerinin aile içerisinde, hastalar arasında ve görevli personelle hastalar arasında sistematik olarak açığa çıkarı-larak çözümlenmesine dayanıyordu. Hastaların hastahanede kalışıarı sırasında ve daha sonra, görevli personel aileleri e sürekli irtibat halinde oldu. Hastaların hepsi hastahaneye kabullerinin birinci yılı içinde taburcu olmuşlardı ve hastahanede ortalama kalış süresi üç aydı. Yalnızca yedi hasta tekrar hastahaneye yatırılmak zorunda kaldı. Bilinen tedavi şekillerinin sonuçlarıyla karşılaştırmak üzere İngiltere'de belli veriler yoktu ama hastahaneye tekrar yatanların oranı, yani yüzde 17, A.B.D.'ndeki orandan düşüktü ve tekrar yatmayanların yüzde 70'i 'hayatlarını devam ettirecek yeterli sosyal uyuma kavuşmuşlardı.'

O halde 'mistifikasyon' ve çifte bağ, bilmecenin çözümü. müydü? Bu araştırma projesindeki yardımı dolayısıyla Laing ve Esterson'un müteşekkir olduğu -Edinburgh Üniversitesi psikolojik tıb profesörü G. M. Carstairs, 'British Medical Journal'a gönderdiği mektupta bir yandan iltifatları için Laing ve Esterson'a teşekkür ederken' diğer yandan bulguları konusundaki asıl eleştirisinden faydalanamadıklarına işaret ediyordu. Edinburgh'da kendisinin de içinde bulunduğu denemelerde, önceden hastahaneye yatırılmış ve o yıl geçmeden tekrar kötüleşmiş şizofreniklerin oranı yalnızca yüzde 18 idi ki, bu oran LainglEsterson oranına bayağı yakındı.

Edinburgh hastaları 'de-mistifikasyon' işleminden geçmemiş-lerdi; yalnızca hastahane sonrası takipte doktor ve psikiyatri personeliyle her zaman olandan daha sık bir araya gelmiş-lerdi. Carstairs vardığı sonucu şöyle açıklıyordu: 'Hem Londra'daki, hem de Edinburgh'daki denemeler, şizofreniklerin tedaviye verdiği olumlu cevabın personelin ilgisiyle orantılı olarak arttığını gösteriyor.', i

Carstairs'in, 'çifte bağ, mistifikasyon hipotezi tamamen test edilmek isteniyorsa çok daha fazla araştırmaya gerek olduğu' yolundaki bu yorumu, yine de Lairıg'in reddi manasına gelmiyordu. Kaldı ki Laing'in kendisi de 'sabırlı ve dikkatli şahsi ilişkiler kurma ve teskin etme' dışında değeri ispat edilmiş hiç bir tedavi şekli olmadığını vurgulamıştı. Bu arada, geçerli psikiyatri görüşünü temsil eden cephe Laing'e karşı sertleşiyordu. Gençler onu bir 'kült şahsiyet' olarak görüyorlardı ama belli sebeplerle anne-babalar nezdinde de pek itibarı yoktu. Çocuklarını götürdükleri psikiyatrist şizofreni teşhisi koyar ve bundan anne-babayı sorumlu tutarsa elbette o psikiyatriste teşekkür etmezlerdi.

Laing aile içi ilişkileri anlayabiliyor ve bu yüzden de çabaları kızgınhk yaratıyordu. 1977'de şizofreninin nörokimyevi bir etkeninin bulunduğu haberi üzerine" bu 'hamle' konusunda New Scientist'ten Elaine Morgan şöyle yazdı: 'Beklentiler gerçekleşir ve şizofreni kontrol altına alı-nabilen bir hastalık haline gelirse, hastaların yakınları, "son on yıllarda tabi oldukları smear testi kampanyası için çoğu zaman sırayla sunulan mazeretleri" hatırlatmayacak kadar büyük bir rahatlama ve minnet duygusu içinde olacaklar hiç şüphesiz.' Laing'in teorisinin tıb camiasına bütün etkisi, doktorların psikiyatriye ve yürürlükteki görüşleri savunan psikiyatristlerin psikojenik spekülasyona güvensizliklerinin artması oldu. O zamandan sonra tartışmayı diğer birkaç 'varoluşçu' (Laing de kendini bir varoluşçu olarak görüyordu),

'Büyüme Hareketi' içerisinde yer alan ve insanların kişiliklerini kurup ruhi hastalıklardan kurtulmalarını hedefleyerek bazısı doğu mistisizminden, diğer bazısı grup tedavilerinden devşirilmiş 'çeşitli tedavi şekilleri sunan klinik psikologlar ve bu arada zaman zaman da psikiyatrist ya da nörolog olmayan ama nöropsikiyatrinin içinde bulunduğu durumun cezasını mesleğin çekeceğini düşünen 'meslekten' kişiler sürdürdü. ' Mesela Cambridge Üniversitesi'nden endokrinolog profesör Ioor Mills stres teorisinin değişik bir şeklini teklif etti.

Genç bir doktorken pek çok hastahane yatağının intihara kalkışmış kişilerce işgal edildiğini, bunların çoğunun da 15 ile 24 yaşları arasında olduğunu müşahade edince rahatsızlık duymuş; konuya ilgisi de o zaman başlamış. Mills'e göre hayvanlar dünyasında aşırı kalabalık stresin şiddetini arttı-rırken, insan dünyasında stresör etken 'rekabet'; diğer insanlara değil, sosyal, entellektüel, maddi standartlara ulaş-ma çabası. Durum böyleyse, daha eşit bir topluma kavuşma yolundaki hareket, gerçekte gerilimi arttıracak demektir; fırsat eşitliği arttıkça başarısızlık konusundaki mazeret azalır. Ve bu da son'uçta depresyon gibi ruhi rahatsızlıkların daha sıklıkla görülmesine yol açabilir. Mills halen kullanılmakta olan tedavi metodlarına, danışma tedavisine,veya psikoterapiye karşı değil.Tersine, an ti-depresanlara olan inancı devam ediyor; hatta o kadar ki, bunların şehir şebeke suyuna katılmasını kaygısızca salık verebiliyor. Fakat bu tavsiyenin yalnızca, bu ilaçların depresyonlu hastaya problemleriyle mantıklı biçimde başa çık- . ma imkanı vermesinden kaynaklandığını vurguluyor; 'problemler kaybolmuyorlar ama bütün sıkıntıya yol açan, stres davranışının yol açtıkları: bir evliliğin ya da anne-babayla çocuğu arasındaki yakınlığın sona ermesi.' Mills, hastalık sebebinin metabolizmadaki bir bozukluk olduğunu ifade eden "endojen" tabirini anlamsız buluyor. 'Bazı insanlar strese karşı düşük bir direnç sağlayabilen biyokimyevi yapıya sahipler.' Deliller Mills'i, genelolarak, depresyonun hep hayattaki kötü olaylarla ilgili olduğuna inandırmış. Bu yüzden meseleye doktorlar açısından bakıldığında bir depresyona 'endojen' demek, ona göre yalnızca bir fantazi, çünkü doktor, hastalığı başlatan dış olayı ya da durumları görüp tahlil edemez.

Bu çeşit görüşler alışılmamış kalmaya mahkum. "Ya o, ya öbürü" sendromu hala geçerli ve nörokimya araştırmaları genişlerneye devam ediyor; beynin kimyevi ileticileri olan nörotransmitter'lerin keşfiniri de buna katkısı var. Araştırmacıların beklentileri açısından olumlu bir nokta, bu transmitterlerin çok sayıda olup karmaşık ilişkiler içinde bulunmaları; böylece araştırma sonuçlarına ayak uydurmak bütün zamanı alan bir uğraş haline geliyor. 1979'daki Amerikan Nöro-bilimler Derneği yıllık toplantısında en az üç bin tane tebliğ sunuldu ve bunlar sırf şunu gösterdi: Uzmanlar, hep olageldiği biçimde, giderek daralan konular hakkında gittikçe daha çok şeyortaya çıkarıyorlar.

British Medical Journal'ıtı altı yıl önceden söylediği gi-.bi, şüpheci olmak bir mecburiyet idiyse, bugün o mecburiyet daha da fazla. Buna rağmen o eski 'büyük zafer' hikayeleri devam ediyor. Elaine Morgan, New Scientist: dergisinde Laing'i suçladığı makalesinde, "şimdiki hamle, hep sosyal strese bağlanan ruh hastalığı genel paralizisine aslında sifilitik spiroketin yol açtığı bulunduğu zamanki hamleye benziyor'

diyordu. 'Hamle' dediği, beyin limbik sisteminde gama aminobutirik asit' denen transmitter maddedeki belli bir bozukluğun şizofreniye sebep olduğunun ortaya çıkarıldığı iddiasıydı. Morgan şöyle diyordu: 'Psikiyatrik problemlerin araştı-rılması için ayrılan fonları tahsis etmekle yükümlü biri için kıssadan alınacak hisse gayet açık. Psikoterapistler iyi niyete sahip ama tecrübeler hep şunu gösteriyor ki, bekleneni gerçekleştiren 'organik' yaklaşımdır.' Söylemek bile gereksiz: gerçekleşen 'hamle' öncekilerden fazla bir ilerleme sağlamadı.

Bu kadar indirgemeci ve basit düşünmenin saçmalığını idrak eden otoriteler bile, organik yaklaşımın esasında doğru olduğu ümidine sarılmaktan kurtulamıyorlar. David Horro- . bin, kendi tecrübesinden yola çıkarak "şizofreni organik mi, psikojenik mi" tartışmasının psikiyatri dünyasındaki en şiddetli polemiklere sebep olduğunu ve çözümün yalnız bilim ve tıbba değil, politika, felsefe ve edebiyata kadar uzanan etkileri olacağını söylüyor. Organik/fizyojenik etken taraftarları-nın bazılarından farklı olarak kendisi, karşılıklı etkileşimIerin olabileceğini, psikolojik kökenli bir rahatsızlığın fiziki sonuçlar çıkarabileceğirıi ve biyokimya yapısındaki bir bozulmanın psikolojik streslerle şiddetlenebileceğini kabul ediyor.

'Yine de' diyor, 'bu kökenlerden birinin asıl sebep olacağı şeklinde bir his var.' Şizofreniye 'prostaglandin El' maddesinin sentezindeki bir bozukluğun yol açtığının çok yakında gösterileceğine inanıyor ve bu bozukluğu telafi edecek bir etken bulunur da şizofrenikler şifaya kavuşursa, hastalığa stresin sebep olmadığının ispatlanmiş sayılacağına kesin gözüyle bakıyor. , Günümüz psikiyatrisinin tıb camiası içinde hala pek itibarlı bir yere sahip olamayışı biraz da, ruh hastalığının, belirtileri toksik maddeler yüzünden veya stresle ilgili nörokimyevi değişmeler sonucu ortaya çıksa dahi, genellikle bir stres rahatsızlığı olabileceğine dair delilleri görmezden gelmesinden. Bir psikiyatrist, ruh hastalığının fizyojenik 01-.duğu inancını dile getirdiğinde, nörologları Miller'in görüşünü paşlaşmaya teşvik etmiş oluyor: 'Araştırmalar her şeyi ortaya çıkardığında, psikiyatri, meydanı tamamen nörolojiye bırakarak ortadan kaybolacaktır.' Psikiyatristler bu durumu göremeyip daha da mekanistik bir temel bulma çabasındalar. New York, Rochester Üniversitesi psikiyatri profesörü

George Engel'in yakın zamanlarda, psikiyatri eğitimi konusundaki bir konferansta söylediği gibi, 'çoğu psikiyatrist sanki tıbba şöyle diyor: "Lütfen bizi tekrar aranıza alın; bir daha hiç tıbbi modelden ayrılrnayacağız!" Bu psikiyatristlerden biri üzüntülerinin sebebini şu şekilde açıklıyor: "Psikiyatri, ilmi olamayan görüşler, çeşitli felsefe ve "düşünce okulları", biribirine uymayan mecazlar, nüfuz, propaganda ve politikadan oluşan bir 'türlü' haline geldi."

Engel bu yoruma karşı çıkmıyor ama kurtuluşun, tıb camiasının bağrına dönmekten geçtiğinden şüphe duyuyor; problemin, tıbbi modelin psikiyatri için uygun olmamasından kaynaklandığını düşünüyor. 'Yorkshire'lı Karındeşen' davası da, maalesef, bu tezi doğruladı. Dava makamı, sanıklehinde konuşan psikiyatristlerin delillerini öyle maskaralık etti ki, hakim, yargılananların psikiyatristler olmadığını mahkemeye hatırlatmak zorunda kaldı. Tabii, Anthony Storr'un 'The Art of Psychotherapy' -'Psikoterapi Sanatı'- adlı kitabında anlattığı türden makul bir çizgi izleyen, belli bir modele saplanmayıp -ister Freudçu, ister davranışçı- her kaynaktan bir şeyler almaya çalışan psikiyatristler var, fakat az. Böyle birine sevkedilen hasta, en büyük faydayı sağ-layacağı için, kendini şanslı hissedebilir.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp