akciger kanseri hastaları ne yemeli

Akciğer Kanseri 4 :

Kanserin en sık zaptettiği organ akciğerdir. Akciğer kanserinden ölüm oranında dünyada ilk sırayı işgal eden İngiltere'de bu hastalıktan yılda yaklaşık 40 bin erkek ölüyor ki bu bütün erkek kanser hastalarının yüzde kırkını oluşturur. Kadınlar için oran daha düşüktür ama yine de meme kanserinden sonra ikinci sırayı alır. Akciğer kanserinin yakında kadınlarda da ilk sırayı alacağına dair işaretler var. Diğer ülkelerde rakamlar biraz daha az ürkütücü ise de bu kanser türü sık görülen türlerin en öldürücüsü olarak bilinir, çünkü bütün tedavi girişimlerine karşı koymayı bilmiştir. Hastaların küçük bir azınlığı hayatta kaldığından ve yalnız çok küçük bir bölümü gerçekten şifa bulduğundan zaman zaman belli cerrahi teknikler veya belli sitotoksik ilaçlar yeni iddialarla savunulmuş fakat teşhis edildiği an hiç bir tedavi şeklinin ömrü birkaç hafta uzatmaktan başka işe yaramayacağı konusunda fikir birliğine varılmıştır.

Akciğer kanserinin giderek daha sık görüldüğü Birinci Dünya Savaşı sonrasında anlaşılmıştı ama Thomas McKeown'un dediği gibi -kendisi 1930'larda tıb öğrencisiydi- "sebepler hakkında veya hastalığın değiştirilebilecek ya da kaldırılabilecek şartların etkisiyle oluşabileceği ihtimali konusunda pek bir tartışma yoktu." Diğer bir ifadeyle, kalp hastalığında da olduğu gibi, bazı aydırılatıcı bulgulara ulaştırabilecek epidemiyolojik incelemeler yapma eğilimi bulunuyordu. Fakat ölüm oranındaki yükselişin alarm ver diği belli olunca -İngiliz nüfusunun 1918'de milyonda IS'i, takip eden yarım yüzyıldaysa 900'ü bu hastalıktan ölüyordu- bir çevre karsinojeninin sorumlu olabileceği şüphesi dile gelmeye başladı. İki tane bariz faktör vardı; içten yanmail motorlardan çıkan eksost gazları ve sigara dumanı. İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra Tıbbi Araştırma Konseyi'nin iki üyesi, Richard Doll ve Austin Bradford Hill yirmi Londra hastahanesinde, altı yüz akciğer kanserli hastanın sigara alışkanlıklarını sorgulayan ve diğer kanserlilerle kanserI i olmayanları kontrol grubu olarak kullandıkları bir araştııma yaptılar.1950'de yayınladıkları rapora göre bütün akciğer kanser1iler sigara kullanıyordu ki bu oran kontrol grubunda çok farklıydı. Dört yıl sonra ikinci bir rapor bu bulguları doğrulayıp güçlendirdi. Sigara içimiyle kanser riski arasında olduğu gibi içilen sigara sayısıyla da ilişki vardı. DoU ve Hill daha sonra, önceki gibi geçmişe dönük epidemiyolojik incelemeler dışında geleceğe dönük incelemeler de yapmak gerektiğini ve daha inandırıcı olabilmek için daha fazla sayıda insanı gözlerneyi düşündüler. Fazla masrafa girmeden daha büyük bir örnek grup oluşturabilmek için İngiltere'deki 60 bin doktora, sigara içme alışkanlıkları hakkında detaylı bilgi toplayacak soru formları yolladılar. Üçte ikisi cevap yolladı ki bu alışılmamış kadar yüksek cevap oranı araştırmacılara yetecek kadar delil sağlayacaktı. Doll ve Hill beş yıl süreyle, akciğer kanserinden bir doktor öldüğünde bunu ölüm tutanağını imzalayan doktora ve gerekirse tedavi gördüğü hastahaneye doğrulatarak rapor ettiler.

Bu yolla sigara içenlerle içmeyenler ve az içenlerle çok içenler arasında ölüm oranını kıyaslama imkanı buldular. 1956'da açıklanan raporları ilk bulgularını doğrulayıp kuvvetlendirdi. "İçilen sigara miktarı arttıkça akciğer kanserinden ölüm oranı da belirgin ve orantılı bir şekilde artıyordu." Yalnız bir doktor-hasta sigara içmediği halde bu hastalıktan ölmüştü. Risk miktarla doğru orantılıydı; orta derecede tiryakiler hafiftiryakilere nazaran iki kat, ağır tiryakiler de orta derecedeki tiryakilere göre yaklaşık iki kat riskteydiler. Bu oranlar 35 yaş üstündeki her yaşta geçerliydi. Belki de en önemli bulgu şuydu: Sigarayı bırakan doktorlar bu alışkanlığın kötü sonucundan da gözle görülür biçimde kaçmış oluyorlardı. Aynı zamanlarda A.B.D'nde E.C. Hammond ve D. Ham tarafından yapılan benzer bir araştırma da benzer şekilde sonuçlanıyordu. Öyleyse tıb camiasının muhtemel bütün reçetelerin en basitiyle akciğer kanserinin önlenmesi yönündeki bir kampanyaya ağırlığı koyması fırsatı vardı: "Sigarayı bırakın, akciğer kanserine yakalanma ihtimaliniz sıfıra yakın olsun." Fakat böy le bir kampanya için güçlükler bulunuyordu. İlk önce tıb camiasının kendisi labaratuar bulgularıyla desteklenmeyen epidemiyolojik delillere güven duymuyordu. Kanserin "gerçek sebebi "nin ne olduğu soruluyordu. Tütünde veya sigara dumanın da bir karsinojen mi vardı? Veya katranda, nikotinde, küldeki bir başka maddede? Filtrenin korunmayafaydası varmıydı? Bu soruların cevabı bulunmadan sigarayı suçlamak, ne kadar mahkum edici olsa da sırf ikinci derecede deliller yüzünden herhangi bir kişiyi suçlamaya benzetiliyordu.

Daha ciddi bir problem çağın önde gelen istatistikçisi Sir Ronald Fisher tarafından ortaya sürüldü. Tiryakilerin büyük çoğunluğunun kansere yakalanmadığını söyleyen Fisher, sigaranın kanser sebebi olduğunu iddia etmenin bu yüzden makul olmadığını belirtiyordu. Kişinin sigara içimini ve kansere yakalanmasını hazırlayan genetik bir faktör söz konusu olamaz mıydı? Ertesi yıl Londra Üniversitesi'nde psikoloji profesörü olan Hans Eysenck, dışa dönük karakter ile akciğer kanserine eğilim arasında yakın ilgi kuran test sonuçlarını yayınlayarak Fisher'in hipotezine destek sağladı. Dışa dönük kişilerin hayat tarzlarının sigara alışkanlığı ve direnç düşmesinden sorumlu olması ihtimali vardı. Eysenck'in bulgusu tıb camiası üzerinde istatistiki delillerin kabul edilmesi ve tanımlanabilen bir sebebin yokluğuna takılmanın gereksizliği yönünde bayağı etki yaptı. Bir psikoloğun yol göstermesi pek hoş karşılanmıyordu. Kraliyet Hekimler Koleji'nce oluşturulan bir komite 1962'de yayınladığı raporda sigara içmenin akciğer kanserine sebep olduğunu söylemekte tereddüt etmedi. İki yıl sonra A.B.D.'nde Başhekimler Danışma Komitesi aynı görüşü savund u. Ve o zamandan beri tıb camiasında herkesçe değilse de genellikle kabul edilen şu; tiryakilikle kanser arasında eden yarım yüzyıldaysa 900'ü bu hastalıktan ölüyordu bir çevre karsinojeninin sorumlu olabileceği şüphesi dile gelmeye başladı.

İki tane bariz faktör vardı; içten yarımalı motorlardan çıkan eksost gazları ve sigara dumanı. İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra Tıbbi Araştırma Konseyi'nin iki üyesi, Richard Doll ve Austin Bradford Hill yirmi Londra hastahanesinde, altı yüz akciğer kanserli hastanın sigara alışkanlıklarını sorgulayan ve diğer kanserlilerle kanserli olmayanları kontrol grubu olarak kullandıkları bir araştırma yaptılar.1950'de yayınladıkları rapora göre bütün akciğer kanserliler sigara kullanıyordu ki bu oran kontrol grubunda çok farklıydı. Dört yıl sonra ikinci bir rapor bu bulguları doğrulayıp güçlendirdi. Sigara içimiyle kanser riski arasında olduğu gibi içilen sigara sayısıyla da ilişki vardı. DoU ve Hill daha sonra, önceki gibi geçmişe dönük epidemiyolojik incelemeler dışında geleceğe dönük incelemeler de yapmak gerektiğini ve daha inandırıcı olabilmek için daha fazla sayıda insanı gözlerneyi düşündüler.

Fazla masrafa girmeden daha büyük bir örnek grup oluşturabilmek için İngiltere'deki 60 bin doktora, sigara içme alışkanlıkları hakkında detaylı bilgi toplayacak soru formları yolladılar. Üçte ikisi cevap yolladı ki bu alışılmamış kadar yüksek cevap oranı araştırmacılara yetecek kadar delil sağlayacaktı. Doll ve Hill beş yıl süreyle, akciğer kanserinden bir doktor öldüğünde bunu ölüm tutanağını imzalayan doktora ve gerekirse tedavi gördüğü hastahaneye doğrulatarak rapor ettiler. Bu yolla sigara içenlerle içmeyenler ve az içenlerle çok içenler arasın da ölüm oranını kıyaslama imkanı buldular. 1956'da açıklanan raporları ilk bulgularını doğrulayıp kuvvetlendirdi. "İçilen sigara miktarı arttıkça akciğer kanserinden ölüm oranı da belirgin ve orantılı bir şekilde artıyordu." Yalnız bir doktor-hasta sigara içmediği halde bu hastalıktan ölmüştü. Risk miktarla doğru orantılıydı; orta derecede tiryakiler hafif tiryakilere nazaran iki kat, ağır tiryakiler de orta derecedeki tiryakilere göre yaklaşık iki kat riskteydiler. Bu oranlar 35 yaş üstündeki her yaşta geçerliydi. Belki de en önemli bulgu şuydu: Sigarayı bırakan doktorlar bu alışkanlığın kötü sonucundan da gözle görülür biçimde kaçmış oluyorlardı. Aynı zamanlarda A.B.D'nde E.C. Hammond ve D. Horn tarafından yapılan benzer bir araştırma da benzer şekilde sonuçlanıyordu. Öyleyse tıb camiasının muhtemel bütün reçetelerin en basitiyle akciğer kanserinin önlenmesi yönündeki bir kampanyaya ağırlığı koyması frrsatı vardı: "Sigarayı bırakın, akciğer kanserine yakalanma ihtimaliniz sıfıra yakın olsun."

Fakat böyle bir kampanya için güçlükler bulunuyordu. İlk önce tıb cami as ının kendisi labaratuar bulgularıyla desteklenmeyen epidemiyolojik deliIlere güven duymuyordu. Kanserin "gerçek sebebi "nin ne olduğu soruluyordu. Tütünde veya sigara dumanın da bir karsinojen mi vardı? Veya katranda, nikotinde, küldeki bir başka maddede? Filtrenin korunmaya faydası varmıydı? Bu soruların cevabı bulunmadan sigarayı suçlamak, ne kadar mahkum edici olsa da sırf ikinci derecede deliller yüzünden herhangi bir kişiyi suçlamaya benzetiliyordu.

Daha ciddi bir problem çağın önde gelen istatistikçisi Sir Ronald Fisher tarafından ortaya sürüldü. Tiryakilerin büyük çoğunluğunun kansere yakalanmadığını söyleyen Fisher, sigaranın kanser sebebi olduğunu iddiaetmenin bu yüzden makul olmadığını belirtiyordu. Kişinin sigara içimini ve kansere yakalanmasını hazırlayan genetik bir faktör söz konusu olamaz mıydı? Ertesi yıl Londra Üniversitesi'nde psikoloji profesörü olan Hans Eysenck, dışa dönük karakter ile akciğer kanserine eğilim arasında yakın ilgi kuran test sonuçlarını yayınlayarak Fisher'in hipotezine destek sağladı. Dışa dönük kişilerin hayat tarzlarının sigara alışkanlığı ve direnç düşmesinden sorumlu olması ihtimali vardı. Eysenck'in bulgusu tıb camiası üzerinde istatistiki delillerin kabul edilmesi ve tanımlanabilen bir sebebin yokluğuna takılmanın gereksizliği yönünde bayağı etki yaptı. Bir psikoloğun yol göstermesi pek hoş karşılanmıyordu. Kraliyet Hekimler Koleji'nce oluşturulan bir komite 1962'de yayınladığı raporda sigara içmenin akciğer kanserine sebep olduğunu söylemekte tereddüt etmedi. İki yıl sonra A.B.D.'nde Başhekimler Danışma Komitesi aynı görüşü savundu. Ve o zamandan beri tıb camiasında herkesçe değilse de genellikle kabul edilen şu; tiryakilikle kanser arasında ister bir sebep-sonuç ilişkisi olsun, ister olmasın, sigaranın (pipo ve püro denemelerden nispeten yarasız çıkmıştı) zararı o kadar belirgin ki (bronşit ve kalp hastalığından ölümler de işin içinde), emniyette olmak için en iyisi bu alışkanlıktan vazgeçrnek. İki komitenin de söylediği aslında şuydu: "Sigaradan vazgeçrnek her yılonbinlerce hayat kurtaracaksa, kişi hürriyetinde bazı kısıtlamalara yol açsa bile, vazgeçmeye değer." Fakat bu kısıtla manasıl bir şekil almalıydı? A.B.D.'nde iki savaş arasında bağımlılık yapan ilaçların yaygın kullanımının önüne geçmek için yasaklama yoluna gidilmesinin faydasız, hatta tehlikeli olabileceği görülmüştü. Bu yüzden Kraliyet Koleji'nin raporu, çocuklara sigara satışı, reklamlar, toplu yerlerde sigara içimiiçin kısıtlamalar, tütünden daha yüksek gümrük vergisi alınması ve sigara paketleri üzerine uyarıcı notlar konması şeklinde başlayacak tedrici bir reform öneriyordu. Bayağı sert bulunan tedbirler üretici firmalarla gümrük geliri ne bağımlı olan hükümeti birdenbire korkuttu. Fakat kısa zaman da daha kolay bir alternatifbulundu. Kanuna gerek yoktu; firmalar"gönüllü" kontrol sistemini kabul etmek üzere anlaştılar. 70'li yıllarakadar birbirini takip eden hükümetler ve sigaraendüstrisi temsilcileri belli zamanlarda biraraya gelerek sigaraya getirilen etkili kısıtlamalarla ne firmaların karının, ne de Maliye Bakanlığı'nın gelirinin tehlikeye girmemesini temin ettiler. Onlar da, tabii ki, çocukların sigara almalarına izin verilmemesini kabul ediyorlardı. Fakat çocuk sigarayı babasına aldığını söyleyince kim bunu reddedebilirdi? Sinema gibi toplu yerlerde sigara içilmesi meselesine gelince, bu da, tabii, buraların sahipleriyle idarecilerinin bileceği bir işti.İşçi Partili Sağlık Bakanı Kenneth Robinson, televizyonda sigara reklamının yasaklanmasını sağladıysa da, bunun gözle görülen etkisi yalnızca gazete ve dergilerin maddi durumlarını güçledirmek oldu. Sigara paketlerinde ki uyarı notları da bir süre sonra hemen hemen "görünmez" şekle girdiler.

Bu gidişi takip eden KraliyetHekimler Koleji Komitesi 1971'de yayınladığı ikinci bir raporda daha sert tedbirler alınmasını istedi. Rapor, sigaranın büyük salgınlar kadar önemli bir ölüm sebebi olduğunun gösterildiğini hatırlatıyor ve "kamuoyunu korumak için harekete geçmenin, bütün koruyucu tıb sahasında yapılabilecek her türlü çalışmadan daha hayırlı olacağını" söylüyordu. Komitenin altı yıl sonra tekliflerini üçüncü bir raporla tekrarlamak zorunda kalması, aslında ne kadar etkin olabildiğinin ölçüsüydü. Yine de 1977'de, bu defa Sigara ve Sağlık Hareketi (ASH) adlı baskı grubuyla temsil edilen sigara karşıtı kampanyayı yürütenler, A vam Kamarası giderler komitesinin koruyucu tıb konusunda hazırladığı raporla ümitlendiler. Rapor diğer tedbirler yanında madeni parayla çalışan sigara makinalarının çocukların kullanma imkanı olan yerlerden kaldırılmasını ve sigaranın paket fiyatının enflasyona uygun şekilde artmasını temin edilmesini öneriyordu. ASH'in müdürü bu önerileri, son on yılın sigara üzerine belki de en önemli politik gelişmesi olarak değerlendiriyordu. Fakat üretici firmalar o zamana kadar satışlarını arttıracak unsurları çeşitlendirmeyi zaten yeterince başarmışlardı. Doğrudan reklamlarla saldırgan kampanyalar yapmış olsalardı, halkı tahrik edip hükümetin "gönüllü kontrol" sistemini lağvetmeye zorlamasına yol açabilirlerdi. Bu yüzden hükümetle işbirliği içinde görünmeyi ve maddi kaynaklarını doğrudan reklam yerine sporu veya kültürel olayları desteklemek gibi dolaylı reklamları tercih ediyorlar, bu desteği sırf amme hizmeti için verdiklerini vurgulamaya özen gösteriyorlardı, 1979'da John Player firmasınca desteklenen bir futbol maçı, teknisyenlerin grevi sebebiyle televizyondan yayınlanamayacağı öğrenilince iptal edilmişti. Destek verme işinin özellikle gençleri etkilemek gibi bir avantajı da vardi. Daha yaşlı insanlar, hükümet destekli Sağlık Eğitimi Konseyi ve ASH tarafından arka çıkılan sigara aleyhtarı kampanyaların da yardımıyla Doll/Hill mesajını anlayabiliyordu; 70'li yıllarda sigara içen yaşlıların sayısında azalma olmuştu. Fakat da ha genç insanlara çengel atılabildiği sürece bu azaımanın üreticifirmalara pek zararı yoktu. Hükümetle vardıkları anlaşmayla gençleri sigaraya teşvik etmeme sözü vermelerine rağmen, bu sefer de çoğunlukla gençlerin gittiği yerler olan sinemalarda reklam gösterimine başlıyorlar, genellikle gençlerin okuduğu dergilerde yeni reklam kampanyalanna girişiyorlardı. Ve Reklam Standart'ları İdaresi sigara reklamlarının doğrudan gençlere hitap edecek şekilde hazırlanmaması gerektiğinde israr edince, reklamları dolaylı olarak etkileyecek biçimde sunmaya başladılar; sağlıklı bir hayatı çağrıştıracak açık havalı, tabiat manzaralı ilanlarla işi suistimal etmeye devam ettiler.

1979-80 kışında "gönüllülük" anlaşması tekrar görüşme masasına geldi ve bu görüşmede Sağlık Bakanlığı tarafını bakan yardımcısı Sir George Young temsil ediyordu. Daha yeni, Stokholm'daki 4. Sigara ve Sağlık Dünya Konferansı'nda konuyla ilgili yaptığı etkili konuşmada, yüzyılın sonunda sigaranın yalnız özel mekanlarda; yaşını almış kişilerin tüketmesine müsamaha edilebilecek bir malzeme olacağını ümidettiğini söyleyen Young daha sıkı tedbirler alınmasını istediği bu görüşmede düşüncelerini gerçekleştirebilme imkanına kavuşacak mıydı? Karşısındaki kuvvetler Guardian gazetesinin, 1970'lerin sonunda elde bulunan tütün aleyhindeki delilleri inceleyen yazısında zikrediliyordu. Gazete "en hafif öksürük ilacı bile o kadar kontroldan geçerken yılda 50 bin kişiyi öldüren bir ilaç nasıl bu kontrollardan kurtulur" diye soruyor ve kontrolların daha etkili olması için Sağlık Bakanlığı'nca girişilecek herhangi bir çabaya karşı çıkacak bakanların listesini veriyordu. Birkaç gün sonra Observer bu listeyi daha da genişletti. .

Ticaret Dairesi, 150 ülkeye İhracat yapan tütün endüstrisindeki üretimin azaltılması durumunda zorda kalacaktı. Denizaşırı Gelişme Bakanlığı kısa zaman önce üç Commonwealth ülkesinin tütün üreticilerine önemli miktarda yardım yapmış, Endüstri Dairesi daha yeni, yüksek işsizlik bölgelerinde fabrikalar yapmak üzere üretici firmalara 30 milyon poundluk nakit yardımda bulunmuştu ve tabii 36 bin satış yerinin kaderiyle ilgilenen İş Dairesi de bu işten memnundu. Spor ve Sanat Bakanlıkları da tütün endüstrisin den gördükleri önemli miktardaki yardımı feda edemezlerdi. Hepsinden önemlisi Hazine sigara vergisi olarak eline geçen yıllık 2300 milyar poundluk gelirden vazgeçemezdi. Bu gölge boksu bir yıl sürdü. Kasım 1980'de Muhafazakar Partili Sosyal Hizmetler sekreteri Patrick Jenkin son "gönüllü" anlaşmanın şartlarını açıkladı. Endüstriden zorla alınan tavizler utanılacak kadar önemsizdi. Televizyonda sigarayla aynı ticari isme sahip püroların reklamı yapılmayacaktı; poster ilanlarda İndirim yapılması kabul edilmişti; sigara paketlerindeki uyarıcı notların muhtevası değişecekti. Fakat asıl mesele olan "destekleme" konusunda bir karar alınmamıştı. Bakanın tütün firmalarıyla ilgili raporu açıkladığı gün Guardian gazetesinin İskoç Sağlık Eğitimi Grubu'ndan gelen bir mektup, bakana bu destekleme işinin neler meydana getirebileceğini hatırlatıyordu. Bir sigara firması desteklediği dünya snooker (bir tür bilardo) şampiyonasını BBC televizyonunda gösterildiği yirmi saatten fazla bir süre içerisinde toplam olarak kabaca otuz saniyelik televizyon reklamına eşit olacak şekilde markasının görünmesini sağlamıştı. Bakanın, anlaşmayı bir zafer telakki edebilmesine uyacak tek şey, anlaşmanın endüstrinin istediği gibi dört yıl değil de iki yıl için geçerli olmasıydı. Fakat gerek Muhafazakar Parti, gerekse İşçi Partisi'nin geçmiş hükümetlerindeki uygulamaya bakarak bu anlaşmanın eskilerinden daha sıkı olacağının bir delili yoktu.

Aslında 1979 Stokholm konferansı öncesini değerlendiren Observer'dan .lanet Watts konferansıarda konuşulanların nasıl ve niçin boşa gideceğini çok iyi görmüştü. 1966'da Muhafakar Partili Sağlık Bakanı fainMacleodun "sigara tiryakilerinin yılda hazineye bir milyar pound kazandırdıklarını ve bunun kolayca feda edilemeyeceğini en iyi hükümetin bildiğini" itiraf ettiğini hatırlatarak 1979'da bu miktarın iki katına çıktığını söyleyen Watts, hükümetin hem mevcut ekonomik buhran sebebiyle herhangi bir gelir kaynağından olmak istemediğini, hem de enflasyon sebebiyle geçim indeksini tütün vergisini arttırarak yerinde tutmaya isteksiz olduğunu, bu yüzden kendini sıkışmış hissettiğini yazdı. Watts'ın yazdığına göre, dört yıl boyunca sigara karşıtı kampanyanın en sadık adamlarından olan Sir George Young bile kendisine "hükümet olarak çok fazlakişiyi sinirlendirmeden, rızalarına uygun olacak şekilde ilerlemek zorundayız" demişti. 1980'de hükümet sigara endüstrisiyle olan anlaşmanın ayrıntılarım kamuoyuna açıkladığında, bir Gallup anketi İngiltere'de her üç kişiden ikisinin sigara reklamlarının tamamen yasaklanmasım istediğini daha yeni ortaya koymuştu. Demek ki bu yönde alınacak kararlar çok kimseyi sinirlendirmeyecekti. Yalnızca sigara baronlarını, başbakanı ve bakanları üzecekti. Ayıbına rağmen Young istifayı düşünmedi.

A.B.D.'nde sigara içiminin önüne geçme insafsızca karşı kondu.1978'de sigaraya savaş açtıktan sonra yerinden olan Joseph Califano, Başkan Carter'ın sağlık bakanıydı. Washington'daki Sunday Times muhabiri Henry Brandon Beyaz Saray'da bir yardımcıyla bulunduğu bir sırada gelen telefon, Brandon'un deyimiyle, "sanki bu yardımcının sabrını ölçüyordu." Telefondakinin Califano olduğu anlaşıldı; yardımcının sabrı ölçülüyordu, çünkü görevi hükümettekileri memnun eımekti ve bunlardan sekizi daha yeni, Califano'nun görüşlerine fena içerlediklerini bu yardımcıya bildirmişlerdi. Brandon'a söylediğine göre 600 bin tütün üreticisi önceki yıl hükümetten 75 milyon dolarlık yardım ve kredi almışlardı; Sağlık Bakanı ne derse desin yönetim taahhütte bulunmuştu, Tarım Bakanı hükümet yardımında herhangi bir azalmaya karşıydı. Ertesi yıl Başkan Carter'in görevden aldıklarından birinin Califano olması sürpriz değildi.

Genel Görünüş

Mevcut tedavilerin akciğer kanseri vakalarının büyük çoğunluğunda belli bir fayda sağlayamadığı gerçeğine herhangi ciddi bir itiraz gelmiyordu. A.B.D. Milli Kanser Enstitüsü'nce desteklenen bir araştırmada bu durumu doğrulamış bulunuyor. 30 bin gönüllü iki gruba bölündü. Bir gruptakiler dikkatli ve düzenli bir şekilde radyografiye ve balgam testlerine tabi tutuldu (yılda üç kez), diğer gruptakiler kendi haline bırakıldı, fakat yı ıda en az bir kere check-up yaptırmaları istendi. 1978'de geçici rapor "şimdilik iki grup arasında akciğer kanserinden ölüm açısından belirgin bir fark yok" diyordu. John Cairns, Cancer: Science and Society- Kanser: Bilim ve Toplum adlı kitabında, akciğer kanserinin en çok cerrahiye gelme yen, hızla yayılan ve genellikle teşhisten sonra birkaç ay içirıde ölüme yol açan türde geliştiğini, ilerlemiş tedavi metodlarıyla kazanılan her anın da artık çok iyi bilinen ve tedavinin ayrılmaz parçası olarak görülen yan etkilerle dolu geçeceğini yazıyor. Hali hazırda akciğer kanserinden ölüm oranlarını azaltmanın tek yolu sigara tiryakiliğinin yayılmasının önüne geçmek (bağımlılığın nikotine mi, sigara içme alışkanlığına mı, yoksa ikisine birden mi olduğu hakkındaki deliller açık değil ve birbiriyle çelişiyor.) Sigara aleyhindeki delillerin istatistiki seviyede kaldığı kabul ediliyor. Sigarada bulunan karsinojenik maddelerin kendi başlarına hastalığa sebep olduğu söylenemez. Fakat epiderniyolog CılRoberts verilerle yaptığı analizde, bir ilgi kurulabildikten sonra, akciğer kanserinin sebebi veya sebepleri konusundaki bilgisizliğin niçin bizi sebepler belliymiş gibi davranmaktan alıkoymaması gerektiğini göstermiş bulunuyor.

Roberts sebep-sonuç ilgisinde kuvvetli ipuçları sağlayacak sekiz kıiter öneriyor. Sanık olarak düşünülen unsura maruz kalanlarda nisbi risk nedir? Kurulan ilgi değişik yerlerde, değişik zamanlarda, değişik kişilerce gözlenmiş midir? Bu ilgi belli bir hastalıkla mı sınırlıdır? Şüphelenilen sebebin gözlenen etkiden önce geldiğine emin miyiz? Artan dozlarla riskin arttığına dair yeterli delil var mı? Sebep ilişkisi biyolojik açıdan makul mü? Bu ilişki hastalığın sebebi ve geçmişi konusunda diğer bilinen gerçeklerle çatışıyor mu? Ve düşünülen etkeni çekmenin ne etkisi oluyor? Bu sorular sigara ve akciğer kanseri hakkında sorulursa, Roberts' a göre, "sigaranın gerçekten kanserle ilgili olduğu" sonucuna ulaştıracak cevaplar veriliyor.

Tütünün ve dumanın kendi başlarına sebep olmayacakları kabul edilse bile, sigaranın bir risk faktörü olduğu yönündeki deliller, özellikle gençlerle ilgil i daha kesin tedbirler için daha kuvvetli bir kampanya gerektiğini düşündürecek kadar güçlü. Fakat tıb camiasının sicili, böyle bir kampanyada, hükümetle endüstrinin bağımlılık yapan maddeleri pazarlayan işbirliğine karşı topluca hücum etmek için kamuoyunu harekete geçirip önüne düşme kabiliyeti açısından güven vermiyor. Her şeyden önce belli bir. görüşe varılsa bile, buna uygun politikaları yürütecek mekanizmaya sahip değil; her ne kadar İngiltere'de, Genel Tıb Konseyi teorik olarak harekete geçme imkanına sahipse de pratikte bu gibi meselelerde başı çekmeyi kendine vazife edinmemiştir. B u yüzden camiasının sözcülüğünü Kraliyet Kolejleri yapma eğiliminde olmuştur, onlar da tek sesli konuşmazlar. CerrahIar, sigara alehytarı kampanyanın bir gerekçesinin de akciğer kanserinde ellerinden bir şey gelmemesi olduğu gerçeğini görmezlikten geliyorlar. Bunu zaten kendileri de kabul etmek istemiyorlar; kanserli hastalara karşı o kadar az ümit olduğunu itiraf etmenin insafsızlık olacağını söylüyorlar. Bazıları, hasta bilmek istese dahi teşhisi kendisine söylemernek alışkanlığıyla iftihar ediyorlar. Bu sebeplerle gerçekler konusunda kamuoyunu aydınlatacak bir kampanyaya kanser cerrahIarının değil baş koymak, tam kalple destek olacakları bile beklenmez. Bu tüyler ürpertici gerçekleri JohnBetjeman, Devonshire Street, W.l'de şu mısralarla dile getiriyor:

Ümit yok. Ve karyoladaki demir topuzlar

Öyle soğuk şimdi ve daha şanslı O'ndan.

"Ey inafsızca koşturup duran Londrahlar!

Ben niye mahkumum acıyla ölüm yatağına bunca zaman?"

Kraliyet Hekimler Kolejinin de doktorları hastalar üzerindeki nüfuzlarını olumlu yönde kullanmak için uyarmaktan başka yapabileceği bir şey yok. Kolej, 1972'de, sık görülen, tehlikeli ve sonuçta sakat bırakan hastalıkları (akciğer kanseri kadar kalp hastalığı ve bronşit) önleyebilmek için doktorların, hastalarını sigaradan vazgeçmeye ikna etme fırsatına sahip olduklarını hatırlatmıştı. Fakat bu iş doktorların inisiyatifine bırakılmıştı ve genel topluma göre her ne kadar doktorların daha büyük bölümü sigarayı bırakmışsa da,tıb konferansıarındaçekilen fotoğraflar bir süre daha dumanla kaplı salonları göstermeye ve hastalar bir süre daha reçetelerinin nikotinden sararmış parmaklarla yazıldığını göımeye devam ettiler. Bu sebeplerle tıb camiası, etkili bir anti-sigara kampanyasında üzerine düşecek adımı atamadı. Tıp camiası hükümetlerin ve sigara endüstrisinin günahından sorumlu olmayacağını ileri sürebilirse de, aslında kendi sahası içinde çok daha kesin hareket edebileceği ve aynı zamanda daha etkili, karşı konması güç bir kamuoyu baskısı oluşmasına yardım edebileceği yönünde deliller son zamanlarda artmaya başladı. 1979 yazında British Medical Journal'da yayınlanan bir yazıda Londra'da birkaç pratisyen hekimin, hastalarına sigara aleyhindeki delilleri bildiren ufak broşürler vererek tavsiyelerde bulundukları ve sigarayı bırakma girişimlerine nasıl tepki göstereceklerini takip etmek üzere gerekli tedbirleri aldıkları bildiriliyor ve bu ufak çaplı mücadelenin sonuçlarına bakılarak, ülke çapında benzer şekilde yürütülecek bir kampanyanın yılda yarım milyon kişinin sigarayı bırakmasını sağlayabileceği belirtiliyordu. Bu tahmin iyimser olabilirdi, ama bu doktorlar, böyle bir kampanyayla tıb camiasının, akciğer kanserini önlemede daha doğrudan bir rol üstlenebileceğini göstermişlerdi.

SENDE YORUM YAP!

Whatsapp